Metin2 Private Serverler, Metin2 Private Serverlar
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaLatest imagesGiriş yapKayıt Ol

 

 Atatürk ve Türkçe

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Admin
Administrator
Administrator
Admin


Cinsiyet : Erkek
Nerden : http://twitter.com/ErenAlg
Yaş : 38
Mesaj Sayısı : 13679
Başarı : 1482582
Rep Gücü : 7771

Atatürk ve Türkçe Empty
MesajKonu: Atatürk ve Türkçe   Atatürk ve Türkçe I_icon_minitime14/1/2010, 20:13

Atatürk ve Türkçe



A. Dilâçar

Birinci
Dünya Savaşında, buyruğu altında bulunduğum bir sırada, Atatürk’e dille
ilgili bir kitap göstermiş olduğumu hatırlıyorum. Bu, genç Macar
Türkologlarından Gy. Németh’in 1916’da Almanca olarak yayımladığı
Türkçe dil kitapları serisinden Türkische Grammatik (Türkçe Gramer)
idi. Ordumuzda bulunan Almanlar bunu kullanıyordu, bende de bir nüsha
vardı. Kitap, Arap yazısı kullanmakla birlikte çevriyazıya da yer
vermişti: ı için y; y için j; ğ ve h için Yuyanca birer harf; ö ve ü
sesleri için, olduğu gibi ö ve ü harfleri kullanılmıştı; c, ç, ş, j
sesleri, üstleri başka şekilde işaretlenmiş kuyruklu ˇz, ˇc, ˇs ile
gösterilmiş; hemze, ayn ve uzatma işaretleri de unutulmamıştı. Atatürk,
anahtarı öğrendikten sonra, çevriyazılı metni okuyabildi, fakat sistemi
beğenmedi. Harflerin üstüne konulan işaretleri fazla buldu, Yunanca
harfleri yadırgadı. Haklı idi, çünkü bu yazı Türk milletine has değil,
uluslararası bir yazı sistemiydi. Önemli olan tarafı, Atatürk’ün ta
Birinci Dünya Savaşında, yani Latin esaslı yeni Türk alfabesinin
kabulünden 10-12 yıl önce, Latin çevriyazısıyla dizilmiş Türkçe bir
metinle karşılaşması ve bundan bir izlenim almasıydı.


Aynı
kitabın başka bir yerinde, Türkiye Türkçesinin tabakalanması konusunda
kısaca bilgi verilmişti. Bu bölümde Atatürk, Latin çevriyazısıyla
yazılmış olan kaba türkˇce, orta türkˇce ve fasih türkˇce kelimelerini
bu şekilleriyle kolayca okudu, “kaba Türkçe” sözüne canı sıkıldı ve o
parçayı Türkçeye çevirmemi istedi. Parçanın sonunda, “Son zamanlarda,
dili her aydının anlayabileceği bir duruma getirmek için
çalışılmaktadır” deniliyordu. Bunu, Atatürk, “Genel dili, yani gazete
dilini yalnız aydınların değil, herkesin anlıyabilmesi gerekir”
şeklinde düzeltti. Tanığı olduğum bu kısa “dil söyleşisi”, Atatürk’ün o
zamandan beri Türk dilinin yazı ve anlatış bakımından onarımı hakkında
düşünmekte olduğunu, hatta bu alanda bir fikir sahibi bulunduğunu
gösterir.


On altı yıl sonra
Atatürk’ün huzuruna çıktığımda, o, yurdumuzu düşmandan kurtarmış,
devletin başına geçmiş, yeni harflerimizi kabul ettirmiş ve ulusu
kültür alanında da yükselme yoluna koymuş bulunuyordu. Atatürk kendi
için geniş bir kitaplık kurdurmuş, aydınları çevresine toplamış ve
ulusal eskiliklerimizi incelemeye koyulmuştu. Bu eskiliklerden en
heyecanlı konuların tarih ve dil alanlarında bulunduğu şüphe götürmez.
Hele bir devlet başkanı için bu gerçek bir kat daha heyecan vericidir.


Atatürk
bu konuda çok okurdu. Avrupa ve Amerika’daki büyükelçilerimiz, batı
dünyasında çıkan önemli kitapları satın alarak Çankaya’ya
gönderirlerdi. Yaz aylarında Atatürk’le birlikte Ankara’dan İstanbul’a
gidilirken, kitaplıkçısı Nuri ile baş sofracısı İbrahim, Dolmabahçe
Sarayına götürülecek kitapları boş cephane sandıklarına yerleştirir,
Muhafız Alayı erleri de bunları arabalara taşırlardı. Kitapların
cephane sandıklarına konulması, derin bir heyecan uyandıran görkemli
bir semboldü. Askeri savaş kazanılmış, şimdi bilim savaşına girilmişti.
Bu iki savaşın Atatürk’ün kişiliğinde birbiriyle kaynaşmasının sembolü
işte bu sandıklardı. Atatürk bu kitapları okuduktan sonra, sık sık
sofrada bilim adamlarıyla birlikte bu eserleri eleştirirdi. Bu bakımdan
onun sofra söyleşileri çok kez birer bilim şöleni niteliğini kazanırdı.


Atatürk
sözlüklere çok önem verirdi. Bunlar arasında V.W. Radloff’un 4 ciltlik
“Türk Lehçeleri Sözlüğü” (1888-1911) ile E. Pekarskiy’nin yine 4
ciltlik “Yakut Türkçesi Sözlüğü” (1907-1928) başta gelen eserlerdi.
Atatürk Yakut Sözlüğüne sık sık bakar ve baktırır, bu lehçedeki
kelimeleri eskiliklerinden dolayı esas sayardı. Çuvaşça üzerinde pek
durmazdı. Dilcilik alanında çok merak ettiği şeylerden biri yabancı
kelimelerin etimolojisi olduğu için, etimoloji sözlüklerinden çoğu
sofrasına ve çalışma masasına kadar götürülürdü. Atatürk’ün geniş
biyografisini yazacak olanlara bir belge olsun diye, bu sözlüklerin
başlıcalarını sayıyorum: A. Walde-J. Pokorny’nin “Hint-Avrupa
Dillerinin Etimolojisi Sözlüğü” (3 cilt, 1. bas. 1930-1932), E.
Boisacq’ın “Yunan Dili Etimolojisi Sözlüğü” (2. bas. 1923), A.
Ernout-A.Meillet’in “Latin Dili Etimoloji Sözlüğü” (1. bas. 1932), O,
Bloch’un “Fransız Dili Etimolojisi Sözlüğü” (1. bas. 1934). Başvurulan
yabancı sözcükler arasında A. Bailly’nin Yunanca-Fransızca Sözlüğü (11.
bas. 1925) ile L. Quicherat-A. Daveluy’nün Latince-Fransızca Sözlüğü
(55. bas. 1929). Gerektiği zaman Dil Kurumu kitaplığında bulunan
Sümerce, Akkadca, Eski Mısırca, İbranca, Süryanca, Arapça, Farsça,
Sanskritçe, Çince, Japonca, Fince, Macarca vb. sözlüklere de bakılırdı.
Sümerce sözlükler (Fr. Delitzsch, 1914; A. Deimel, 1930-1937) ellerde
çok dolaşırdı. Atatürk Dil Devrimine her şeyden önce kelime hazinesi
alanından başladı. 1932-1936 yılları arasında Türk Dil Kurumu
tarafından yayımlanan eserlerin çoğunlukla sözlük olması, bu gerçeği
tanıtlar. İlk iş olarak, Türk dil ve lehçelerinin enginliğini ve
zenginliğini ortaya seren Tarama Dergisi (2 cilt, 1933-1934) çıkarıldı;
bu eser hazırlanırken 125.988 tarama fişi gelmiş, bunlar elenerek 7500
Osmanlıca kelimeye karşı, eski ve yeni Türk lehçelerinden 30.000 kelime
gösterilmiştir. Bu dergideki gereç az sonra düzenlenmiş, kelimeler
İstanbul ağzına uygun bir duruma getirilmiş ve bundan Cep Kılavuzu
denilen Osmanlıca-Türkçe ve Türkçe-Osmanlıca iki ciltlik küçük bir eser
1935’te ortaya konmuştur. Bu esere son bir şekil verilmeden önce, 1933
yılında 8 Marttan 18 Hazirana değin basında anket açılmış, kurum her
gün gazetelerde ortalama 15’er kelimelik 105 liste yayımlamış ve
basında bunlara karşılık önerilmiştir. Bu kelimelerden her biri
üzerinde Atatürk önemle durmuş ve çoğunu kendi önermiştir. Cep
Kılavuzunda 8752 Türkçe karşılık vardır. Bunun 4696’sı herkesin bildiği
kelimelerdir; 1735’i, bu kelimelerden Türkçe eklerle türetilmiş yeni
şekillerdir; Türkiye dışı Türk lehçelerinden yalnız 415 kelime alınmış,
bunlardan da Türk ekleriyle 450 türev yapılmıştır; 583 kelime,
Türkçeleşmiş kelime sayılmış, bunlardan da Türkçe eklerle 873 yeni
kelime türetilmiştir.


Ayrıca, 1932
-1933 yıllarında hükümetin buyruğuyla yurdumuzun bütün eğitim örgütü
seferber edilerek Anadolu ve Trakya Türk ağızlarında kullanılan
kelimeler toplanmış, sonra bunlardan Derleme Dergisi (6 cilt,
1936-1957) meydana getirilmiştir. Kurum, gelen 153.504 (mükerrerlerle
birlikte: 173.000) fişi eleyerek 35.600 kelimeyi derlemeye almıştır.
Yine Türk Dil Kurumu sözlük yayınları serisinden, eski eserlerden
taranarak meydana getirilen 19.538 kelimelik Tanıklariyle Tarama
Sözlüğünün (şimdiye değin 4 cilt, 1943 -1957) temelleri Atatürk
zamanında atılmıştır. Hatta Atatürk bütün Türk lehçelerini içine alacak
olan Büyük Türk Sözlüğü için de hazırlık yaptırmış, kurultaylar
toplandıkça kurumun genel yazmanları raporlarında sık sık bu iş
hakkında bilgi vermişlerdir. Zaten Atatürk, Radloff ve Pekarskiy
sözlüklerini, tasarlanan büyük sözlüğe gereç olarak Türkçeye çevirtmek
istemişti. 1932’deki birinci kurultayın çizdiği çalışma programında
şöyle bir madde vardı: “Türk lehçelerindeki kelimeler derlenerek
lehçeler lûgatı tez elden yapılmalıdır.”


1934
kurultayı genel yazmanlık raporunda da şöyle denmiştir: “Türk Lehçeler
Lûgati için Radloff esas alınacak, tashih, ikmal, tadil yolunda
taranacaktır.”


1936 kurultayı
raporunda ise Radloff Sözlüğü tercümesinin başlanmış olduğu söyleniyor,
Pasonen’in Çuvaş Sözlüğünün, Verbitskiy’nin Altay-Aladağ Türk Lehçeleri
Sözlüğünün, Kumuk ve Balkar lehçeleri sözlüklerinin tercüme edildiği,
Pekarskiy’nin Yakut Sözlüğünün de ele alınmış olduğu bildiriliyor,
sonra şöyle deniyor: “Bu tercümelerden Türk lehçelerinin lûgatlerine
ait olanları hep bir araya getirerek bir Türk Lehçeler Lûgati
hazırlamak ve bu yolda yeniden hazırlanan bir program altında
tercümelere devam etmek önümüzdeki yılların işi olacaktır.”


Sözlük
konusunda, 1934 kurultayı genel yazmanlık raporu Yeni Türkçe
Sözlüğünden (yani Türkçe Sözlükten) de söz açmış, bu işin ele
alındığını bildirmiştir, ki bunun da gerçeklenmesi 1945’te çıkan Türkçe
Sözlükle sağlanmıştır.


Atatürk’ü
ilgilendiren ikinci bir konu Türkçe terimler olmuştur. 1932 Temmuzunda
Dil Kurumu için çizdiği çalışma kolları planında bir “Lûgat-Istılah”
koluna da yer verilmiş olması bunu tanıtlar. Birinci kurultaydan hemen
sonra Atatürk’ün başkanlığında toplanan “Umumi Merkez Heyeti”, terim
üzerinde yapılacak olan çalışmaları şöyle planlaştırmıştır: “Istılah
kısmının işi, bugünkü ilim dilimizde kullanılmakta olan yabancı
dillerden alınmış ıstılahlar yerine bütün ilim mefhumları için öz
Türkçe ıstılahlar bulup yahut karatıp koymaktır. Istılah kısmı 16
ihtisas bölüğüne ayrılmıştır. Bu ihtisas bölükleri şunlardır: Felsefi
ilimler 513 üye), riyazi ilimler (13), hayat ilimleri (135), ruh
ilimleri (16), tarih ilimleri (26), cemiyet ilimleri (55), dil ilimleri
(32), bediiyat ve güzel sanatlar (26), spor, av, oyunlar (21), askerlik
(Harp Akademisi tarafından hazırlanacaktır), hükümet teşkilâtı (17),
yollar ve nakil vasıtaları (36), teknoloji ve zanaatlar (37). Bu
bölükler önce kendi uzmanlık alanlarında kullanılan terimlerin birer
kadrosunu Fransızca ve Osmanlıca üzerine hazırlamış, 1971 sayfa halinde
bastırmış, sonra bunların Türkçe karşılıklarını bulmaya koyulmuştur.
Kadrolara alınan terimlerin sayısı, ikinci kurultay günlerinde
32.302’yi bulmuş, bundan 168 gramer, 566 matematik, 159 botanik, 859
askerlik 1017 yol ve nakil, yani hepsi 2769 terime Türkçe karşılıklar
önerilmişti. Daha sonra, 1936 yılına kadar, ilk ve ortaöğretimde
kullanılmakta olan 6075 terime karşılık bulundu; ayrıntıları şunlardır:
matematik 778, kozmografya 82, zooloji 828, botanik 441, jeoloji 517,
tarih 199, edebiyat 1014, psikoloji ve felsefe 1155, etnografya 323,
beden terbiyesi 92, binicilik 146, hükümet terimleri 500.


1936-1937
yıllarında, Terim Merkez Kurulundan çıkan terim listeleri, Kurum Genel
Merkez Kurulu üyelerinden ve kurum uzmanlarından başka, Kültür
Bakanlığının seçtiği uzmanlarca da görüşülmüş ve bu kuruldan çıkan 8
bilim dalına ait 4062 terim, kurumca ayrı ayrı listeler halinde
yayımlanmış, aynı zamanda bakanlığa da sunulmuştur. Bakanlık bunları
benimseyerek 1937 yılı sonunda yeniden listeler halinde bastırmış,
öğretmenlere dağıtmış ve ders kitaplarına almıştır. Terimleri
düzenlenmiş olan bilim kolları şunlardır: matematik, fizik, mekanik,
kimya, biyoloji, zeoloji, botanik, jeoloji. Sonra bunlara astronomi de
katılmıştır. Atatürk bu terimlerin işlenmesiyle yakından ilgilenmiş,
hatta bunlardan birçoğunu kendi önermiştir. Askerlik terimlerinden er,
subay, kurmay, albay, yarbay vb. kendi buluşları olduğu gibi, matematik
terimlerinden çoğu da onun tarafından önerilmiştir. Örnekleri aşağıda
verilecektir.


Atatürk son, yani 1938 yılı Büyük Millet Meclisini açış söylevinde, terim konusu hakkında şöyle demiştir:

“Bu
yıl, okullarımızda tedrisatın Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla
başlamış olmasını, kültür, hayatımız için mühim bir hâdise olarak
kaydetmek isterim.”


Bu, ölümünden 12 gün önce Atatürk’ün milletine verdiği son müjdelerden biridir.

Atatürk
sık sık bir Attilâ hikâyesi anlatırdı. Hun-Roma görüşmeleri yapılırken
Roma temsilcileri Hunlara sormuşlar: “Roma İmparatoru soylu bir
ailedendir. İmparatorunuz Attilâ kimdir, soylu mudur?” Attilâ
Romalılara şu cevabı göndermiş: “Ben soylu olmayabilirim, ama büyük ve
soylu bir ulusun başbuğuyum.” Atatürk bu sözü daima hatırlar ve ulusuna
yönelttiği bütün söylevlerine “Büyük Türk Milleti!” diye başlardı.
Türklerin eski, büyük ve soylu bir topluluk olduklarını biliyor ve bunu
herkese bildirmek istiyordu.


Türk
ulusunun eskiliğini doğrulayan ve Atatürk’ün üzerine derin bir etki
bırakan ilk kitaplardan biri -Necip Âsım’ın “Türk Tarihi”nden (1900),
Meşrutiyet yıllarında “Türk Yurdu”nda yayımlanan bazı makalelerden, B.
Carra de Vaux’nun 1911’deki “Etrusk Dili”nden, Ruşen Eşref’in 1930’da
Atatürk’ün buyruğuyla Léon Cahun’den çevirdiği “Fransa’da Ari Dillere
Tekaddüm Eden lehçenin Turanî Menşei” ve Sadri Maksudi’nin 1931’deki
“Türk Dili İçin” adlı eserinden sonra - İngiliz arkeologlarından
Leonard Woolley’nin İngilizce aslı 1927’de, Fransızcaya çevrisi de 1930
Haziranında çıkan “Sümerliler” adlı eseridir. Bunun bir yerinde (s.
14-15) geçen “Sümerliler, etimoloji bakımından olmasa bile, herhalde
yapı bakımından Turanlı eski Türkçeye benzeyen, bitişken tipte bir dil
konuşurlardı” cümlesi, Atatürk’e bir ipucu vermiş, bu alanda etimoloji
de yapılmış ve mesela “Tanrı, gök” anlamına gelen Sümerce dingir ile
Türkçedeki tengri, Tanrı kelimeleri karşılaştırılmıştır. Bu arada,
Turani ve Ari dillerin karşılıklı bağıntıları ile eskiliklerinden söz
açan birçok eserlere de Atatürk’ün dikkati çekilmiştir. Mesela, F.
lenormant: “Kaldenin İlkel Dili ve Turanlı Lehçeler” (1875), H.
Winkler: “Ural-Altay Dilleri ve Gruplamaları” (1885), A. H. Sayce:
“Hititler veya Unutulmuş Bir Topluluğun Hikâyesi” (1888), A. C. Haddon:
“Ulusların Göçü” (1911), A. V. Edlinger: “Türk Dillerinin Hint-Avrupa
Dilleriyle Olan Eski Bağıntıları” (1912), F. Hommel: “200 Sümer-Türk
Kelimesinin Karşılaştırılması” (1915) vb. Yenilerden de bu kanışa
katılanlar olmuş, Amerikalı tarih filozofu Will Durant, 1935’te
çıkardığı “Uygarlığın Tarihi” adlı eserinde, uygarlığın beşiği olarak
Orta Asya’yı göstermiştir. Sümerlilerin pek eski çağlarda Orta Asya’dan
Hint ve Umman Denizine ve Basra Körfezine doğru indikleri, Sint
havzasında yapılan Mohence - Daro ve Harappa kazıları raporlarından
(1931) belli olmuştu; Sümer ve Sint havzasındaki kalıntılar ortak
nitelikler göstermekte idiler.


Bu
arada Atatürk’e birçok yenilikler de gösterilmekte idi. 1933 baharında,
Rus Yafetidoloji okulunun kurucusu Prof. Nikolay Y. Marr, Ankara’ya
gelerek, kelime taşılları üzerine kurulu olan paleolinguistik metodunu,
Atatürk’ün huzurunda verdiği bir konferansta açıklamış; Fransız
dilcilerinden Hilaire de Barenton, Sümerceyi anadil olarak gösteren
“Dillerin Menşei” adlı eserini 1932-1933 yıllarında ortaya koymuş
(L’Origine des langues, des religions et des peuples, 2 cilt,
1932-1933; birinci cildin başlığı: Les redicaux primitifs des langues
conservés dans le sumérien = Sümercede muhafaza edilmiş, dillerin ilkel
kökleri; ikinci cildin başlığı: Les langues, leur dérivation du
sumérien = Diller, bunların Sümerceden türeyişi); Amerikalı emekli
Albay James Churchward, M.Ö. 12000 yılında Pasifik’te batmış sandığı ve
Mu diye adlandırdığı bir karayı ve bundan Türkistan’a ve Amerika’ya
sığınan halk topluluklarındaki ortak öğeleri açıklayan “Batan Mu
Kıtası” adlı eserini 1934-1935 yıllarında yayımlamış; Meksika’daki
işgüderimiz, 1935 baharında Atatürk’ün dikkatini Maya dili üzerine
çekmiştir. Bunlardan Albay Chruchward’a göre (The Lost Contient of Mu =
Batan Mu Kıtası, 1931 ve devamı olarak daha 4 cilt, 1932-1935),
tarihten önceki çağlarda Pasifik’te, Mu denilen ve yüksek bir kültürü
olan ana bir kıta vardı. Avrupa ile Amerika arasında bulunan Atlantis
kıtasının batmasından 5000 yıl sonra, M.Ö. 12000 tarihlerinde bir
kataklizm yüzünden bu kıta da battı. Bir yandan Asya’daki Mayalar,
Muların, bu kıtalara sığınmış olan torunlarıdır. Churchward, Mu’nun
eski kültürünü, dinini, mitolojisini ve kozmogonisini, bir yandan
Uygurların Gobi Çölündeki merkezleri olan Karahoto’da, öbür yandan da
Mayaların Meksika’da Yucatan Yarımadasında bıraktıkları kalıntıları
incelemiş ve bunları eski Mısır, Sümer, Hitit, Hint ve Çin mitolojisi
ve dini ile karşılaştırmak yoluyla yorumlamıştır. 1937’de Atatürk bir
fikir edinmek üzere bu 5 cildi 8 gün içinde Türkçeye çevirtmiş
(yayımlanmamış Türkçe metin Dil Kurumu kitaplığındadır), fakat eseri
okuduktan sonra bu konu ile fazla ilgilenmemiştir.


Son
olarak da, 1935 baharında, Avusturyalı dilcilerden H. F. Kvergie´,
Türkçeyi, S. Freud’un psikanaliz görüşüne göre açıklayan, ses
sembolizmine dayanan ve “Türk Dillerindeki Bazı Öğelerin Psikolojisi”
adını taşıyan 41 sayfalık yazısını Atatürk’e göndermiştir. Bunların
etkisiyle de 1935 güz aylarında “Güneş-Dil Teorisi” ortaya çıkmıştır.


Bu,
bir dil felsefesi olup dilcilik dünyası için beklenmedik ve yepyeni bir
görüş değildi. 1922’de Almanlardan Ernst Böklen de bir “Ay-Dil Teorisi”
ortaya koymuştur. Bu teoriye göre dil (Bernard Marr: Die Sembolik der
Lunation, Von der Entstehungsursache des Sprach- und Sagenschatzes der
Gesamtmenschheit, 1905 ve Ernst Böklen: Die Entstehung der Sprache im
Lichte des Mythos, 1922), bundan 100.000 yıl önce, anlaşma aracı olarak
değil, dini bir edim (acte) olarak meydana geliştir.


Başlangıçta
dil, ay kültünün anlatım aracı olduğu için, mitolojik bir nitelik
taşımıştır. İlk insanlar ayı, değişen safhalarıyla bir ağza
benzetmişler, onun konuştuğunu sanmışlar, kendileri de dillerini
oynatarak ayın türlü safhalarını taklit etmişlerdir. Yine bu teoriye
göre, bu hareketlerden çıkan ilk sesler, ay safhalarının sayısı (28)
kadardı, ki bundan da 28 harfli bir alfabe meydana gelmiştir. İlk
kelimeler uzun, anlamları karanlık, sesler de karışıktı. Sonra dil
dünyevileşmiş, kelimeler kısalarak anlamları belirmiş, sesler de
durularak konson + vokal + konson tipinde, ayın üç başlıca safhasını
(ilk çeyrek, dolunay, son çeyrek) temsil eden üç sesli ve tek heceli
kökler türemiş, ana kelime de om kutsal hecesi olmuştur. Önce “ay”
anlamı her şeyi anlatan “tüm anlamlılık” (holosémie) kaynağı iken,
zamanla “çok anlamlılık” (polysémie) derecesine sınırlanmış, daha sonra
da dar anlamlar ve “tek anlamlılık” (monosémie) esası meydana
çıkmıştır. Bu teoriyi 1936 yılı sonunda eleştirmeli olarak özetledimse
de Atatürk’e sunmadım. Yazı şimdi Türk Dil Kurumu kitaplığındadır.


Güneş-Dil
Teorisinin ortaya konmasında rol oynayan önemli eserlerden biri,
şüphesiz Viyana Üniversitesinde Doğu Filolojisi doktorası yapmış olan
Hermann F. Kvergié’in (doğ. 1895), 1935 yılı ocak ayında Viyana’da
hazırlayıp Atatürk’e göndermiş olduğu “Türk Dillerindeki Bazı Öğelerin
Psikolojisi” (La Psychologie de quelques éléments des langues turques)
adlı yazısıdır. Atatürk, 1935 yılının Şubat-Ağustos aylarında bu yazı
ile yakından ilgilenmiş ve onu incelemiştir. Hatta Jesuit papazı
Sümerolog Hilaire de Barenton’la birlikte Dr. Kvergié’i de 1936 Türk
Dil Kurultayına çağırmış, onlara birer tez okutmuş, ayrıca Dr.
Kvergié’in bir süre Ankara’da kalmasını sağlamıştır. Dilcilik alanında
Viyana okulu, Friedrich Müller’den beri (1876), geniş davranan, klasik
disiplinin dışına çıkan ve dilciliğe antropoloji ve sosyoloji öğeleri
de katan bir okul olarak tanınmıştır. Bu gelenek o zamandan beri
değişmemiş, Dr. Kvergié de Prof. W. Czermak’ın öğrencisi olarak bu
geleneğe göre yetişmiş, dilbilime Sigmund Freud’un psikanalizini de
katmış ve dil çözümlemesi için yeni bir yöntem bulduğunu sanmıştır.


Dr.
Kvergié’in 41 daktilo sayfası tutan yazısı 55 bölüme ayrılmıştır.
Eserin hiçbir yerinde güneşten söz edilmemişse de Güneş-Dil Teorisinin
bazı temel kavramlarına burada rastlanabilir. Zaten bu teorisinin
esaslarını anlatan Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili
(Ankara, 1935) adlı eserde (s.7), Dr. Kvergié’in yazısı hakkında şöyle
denmektedir:


“Bu sırada Dr. Phil.
Orient. H. F. Kvergié’in Psychologie de quelques éléments des langues
turques adlı basılmamış kıymetli eserini okuduk. Türk dilindeki
süfikslerin gösterici manalarını bulmak için Dr. Kvergié’in bu
nazariyesini Türk Dil Kurumunun ekler hakkındaki geniş ve çok misalli
çalışmaları sayesinde anlayabildik ve istifade ettik.”


Dr.
Kvergié’in bu eseri basılmadı. Kendisi bunun bir suretini bana vermiş
olduğu için, bunu birkaç satırla özetlemek ve Atatürk’ün “istifade
ettik” dediği bazı noktaları burada kısaca anlatmak istiyorum.


Güneş-Dil
Teorisi (s.8-11), ilk insanın iç benliğini (ego) ve dış dünyayı
birbirinden kesin olarak ayrı gösteriyor. Buna göre, ilk insan “harici
dünyadan gelen levhalar” ve “harici dünyayı temsil eden gösterici
işaretlerle” karşı karşıya bulunmuştur. Yine teoriye göre, “insan
benliğini, kendini saran harici âlemdeki objeleri tespit fikrine
eriştiği zaman anlaşılmıştır.” Dr. Kvergié’in eserinde de aynı konu
hakkında şu düşünceler geçiyor (s.2 -4): “Beşeri bir dili konuşmak,
bize, dışımızda bulunduğunu sandığımız ruhi hayatla asıl iç
benliğimizde geçen olaylar arasında bir alışveriş gibi gelir. Dış
dünyayı görür ve onu fizik gücümüz veya düşünce ve psişik dilimizle
hâkim oluruz... Manevi hayatımızın, harici dünyadan gelen levhalar veya
iç benliğimizde geçen ruhi cereyanlar şeklinde beliren en ince
teferruatını ancak dil vasıtasıyla tespit edebiliriz.”


Güneş- Dil Teorisi, Dr. Kvergié’in bu son düşüncesini şu kelimelerle anlatmıştır:

“Fikri
hayatın en ince teferruatı, harici dünyadan gelen levhalar veya
içimizde doğan ruhi cereyanlar şeklinde tezahür eder. İnsan bunları dil
vasıtasıyla tespit etmeye muvaffak olur.” Dil felsefesi alanında,
Güneş- Dil Teorisi ile Dr. Kvergié’in görüşleri daha başka noktalarda
da birleşiyor. Bunlardan biri, teorinin şu paragrafındadır (s.Cool:
“Dilin fonksiyonu, açlığı bildirmek, kuvveti göstermek, zevk hislerini
ifade etmek ve bütün fena hislerden ve hayat tehlikesinden nefsi vikaye
etmektir.”


Dr. Kvergié aynı fikri
şöyle anlatmıştır (s.4): “Dilin ödevi açlığı bildirmek, güç gösterme,
zevk hislerine sahip olma, hoşa gitmeyen hislerden ve hayat
tehlikesinden kaçınma isteklerini belirtmektir.” Yine, başka bir ilke
olarak teori şöyle diyor (s.11): “İlk insanlar, aralarında türlü
jestler yaparak anlaşmak devrinden, gayet basit ve mahdut birkaç manalı
söze jestlerini katarak anlaşma devrine geçmiş oluyorlar. Dillerin
bugünkü tekâmülünde bile insanlar, tam fikir ve maksatlarını
anlatabilmek için sözlerine jestler katmaktadırlar.”


Dr.
Kvergié’e göre de insanın ilk dili, gösterme esasına dayanan işaret
dili olmuş, “lafzi dil”ler de bu “gösterme esası”nı devam ettirmişler;
yalnız, “el işareti” yerine “sözlü işaret” kullanmışlardır. Buna göre,
ilk insan gibi, gelişmiş insan da konuşurken kendisini merkez (ego)
olarak kabul etmiş, dış dünyayı kendisinden belli şekillerde ve belli
ölçülerde uzaklaşan ışınlar, alanlar şeklinde kavramıştır.


Bu
esası Türkçeye uygulayan Dr. Kvergié, eklerimizi, konuşanın dış
dünyasını meydana getiren ve bunun ince bölüntülerini gösteren alanlar,
mesafeler şeklinde göstermeye çalışmıştır. Böyle olunca, tabii olarak
her ses (harf) bir yön, mesafe, hareket alanı, dolayısıyla da kavram ve
anlam değeri kazanıyor, gösterme, çevre, iyelik hareket, soru,
olumsuzluk vb. gibi. Bu ses öğeleri birbirleriyle birleştiği zaman özel
anlamlar çıkabilir, bunlar bazen birbirine karşıt durumda da olabilir.
Mesela, Dr. Kvergié’e göre m, özü, benliği gösteren bir sestir, men
(ben), el-i-im, ben-i-im sözlerinde olduğu gibi, n sesi ise, özün
yakınını, “muhatab”ı gösterir, se-n, göz-ü-n gibi. z’nin alanı daha
geniştir, bi-z, si-z; s bunun bir değişiğidir, geliyor-s-u-n-u-z
örneğinde olduğu gibi. Güneş-Dil Teorisini açıklayan kitabın başında
renkli iki levha vardır. Bunlardan birincisinde, 6 özektaş daire
gösterilmiş ve ortadaki daire içni “İlk insanın bulunduğu mıntıka;
buradan kendisini saran harici âlemdeki objeleri temaşa ve tetkik
ediyor”, öbür daireler içinde “harici âlemi teşkil eden objeler”
denmiştir. İkinci levha ise, “İnsan harici âlemdeki objelerin
farklarını ve her birinin bulunduğu sahayı, bu sahaların birbirleriyle
ve kendi ile olan münasebetlerini gösterebilecek gayreti neticesinde
türlü vokalleri ve konsonları icat ediyor” şeklinde açıklanmıştır. Yine
teoriyi açıklayan kitap, “Eklerin Rolleri” bölümünde, “objeler veya
düşünceler, süjeye nazaran, yakın, uzak başka başka sahalarda
bulunabilirler” dedikten sonra, bu sahaları birbirinden şöyle ayırıyor
(s.33-35): m, en yakın sahayı, mülkiyeti ve belirme sahasını gösterir,
p-b, v-f, ğ-y de bu sahadadır; n, kendine bitişik olan mahdut sahayı
gösterir, z, oldukça geniş bir sahadır, s ile ş de bu sahanın
içindedir; ç, c, j, esas olarak z sahasında ş, s gibidir, fakat süje ve
objeyi gösteren konsonlar yerine de geçebilir; L, en uzak mıntıkalara
kadar, her sahadaki objeleri ve hareketleri uzağı, büyüğü, belli
olmayanı, enginliği, genişliği gösterir; t/d, çok kuvvetli yapıcı ve
yaptırıcı, hâkim bir unsurdur; k, her türlü obje ve düşünceyi tamamlar,
manayı tayin eder; r, yakın, belirli bir sahayı ve o sahadaki hareketi
gösterir, istenilen şeyin olduğunu ifade eder. Vokallerden a, e, ı, i
yakın hatlara, o, ö, u, ü ise uzak hatlara işaret eder.


Bunlar
teorinin kullandığı kelimelerle anlatılan sözlerdir. Dr. Kvergié, ben,
sen, şu, ol zamirlerine ve işaret edatlarına dayanarak, “b, yakını, s/ş
uzağı, L (§ 21) daha uzağı gösterir” dedikten sonra, r, s, d/t’nin
“saha ve uzaklık derecesi”ni belirtmeye yaradığını, L’nin geneli,
uzağı, genişi, katmerliyi ve sınırsızı” gösterdiğini, t’nin “yapıcı ve
yaptırıcı (§ 44) olduğunu, r’nin (§ 50) “bitmişi, erişilmişi,
tamamlanmışı, istenilen şeyin yapılmış olduğunu” anlattığını, k’nin
“bağ kurma ve belirtme” öğesi olduğunu, vokallerden (§ 28, 29), a, e,
i’nin “yakın olana”, o, u, ö, ü’nün de “uzakta bulunana” işaret
ettiğini birer birer açıklamıştır.


Güneş-Dil Teorisinin meydana gelişinde Dr. Kvergié’in oynadığı rol bundan ibarettir.

Atatürk,
Türk dili hakkındaki olumlu görüşlerine daha çok antropoloji yoluyla
varmıştır. Bu konu hakkında, Jacques de Morgan’ın “Tarih-Öncesinde
İnsanlık” (L’Humanité préhistorique, 1921) adlı eserini okumuş,
İsviçreli Antropolog Eugène Pittard’la Türkiye’de birkaç kez görüşmüş,
onun “Irklar ve Tarih” (Les races et I’historie, 1924) adlı eserini ve
genel olarak bu profesörün görüşlerini beğenmişti. Atatürk’ün,
Türklerin tarih başlangıcı hakkındaki görüşü şöyle özetlenebilir:


Tarih
öncesi çağında yeryüzünde birçok ırklar yaşamakta idiler. Bunlar
arasında Türklerle doğrudan doğruya bir ilgisi olmayanlar da vardı.
Bunlar kendilerine göre birer uygarlığa sahiptirler. Türlü yerlerde
yapılan kazılar, bize bu ırk ve uygarlık tabakalarını tanıtmıştır. Çok
kere uygarlıkla ırk arasında sıkı bir bağ bulunuyor, ırkı da bıraktığı
iskeletlerden ve özellikle kafataslarından tanıyabiliyoruz. Mesela
Akdeniz çevresinde yapılan bir kazı, alt tabakada uzunkafalı bir ırkın
bulunduğunu, bunun da ancak “çamur ve balçık uygarlığı” içinde yaşanış
olduğunu gösteriyor. Üst tabakaya çıkıldığında, maden uygarlığının
izlerine raslanıyor; aynı tabakadaki kafatasları incelendiği zaman da
bunların yuvarlak kafalı olduğu ortaya çıkıyor. Demek oluyor ki, üstün
uygarlığı, yuvarlak kafalı bir ırk getirmiştir. Yuvarlak kafalı, yani
dağlı Alpin ırkın anayurdu da Orta Asya olduğu için, üstün nitelikte
olan maden uygarlığının, Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dan
Akdeniz’e ve başka yerlere dağılmış olduğu kendiliğinden ortaya
çıkıyor. Bu tarih görüşüne ekli olan dil görüşüne göre de Orta Asyalı
ırkın türlü kolları Cilalıtaş çağında anayurttan dağıldıklarında, üstün
uygarlıkta kullanılan eşya ve kavram adlarını da birlikte götürmüşler,
bunlar o yerlerde konuşulan dillere alıntı olarak girmiştir. Bu
konularda Atatürk’ün görüşü kısaca bu olmuştur. O, “Bütün ırklar Türk
ırkından, bütün diller de Türkçeden çıkmıştır” diye bir yargıda
bulunmamıştır. Atatürk, eski Türk kültür kelimelerinden birinin yal-
kökü olduğuna inanıyordu. Bu kanışını 1936 Türk Dil Kurultayına gelen
yabancı dilcilere kurultaydan önce Dolmabahçe Sarayında verdiği bir çay
toplantısı sırasında açıkladı ve savundu. Yal-yıl- (mesela, Uygur
Türkçesinde yaltırık=ışık, Karahanlı Türkçesinde yalduruk=parlak,
ayrıca yaldız, yıldız, yıldırım vb.) Türkçede ışığı, parlaklığı anlatan
bir köktü; Macarcada vil- “ışık” demekti; Hint-Avrupa dillerinde de,
électriquen’in kökü olan ulek (Sanskritçe ulka=parlak cisim, Yunanca
êlêktôr parlak cisim, güneş, êlektron=altın ve gümüş karışımı, altın
parlaklığı, kehlibar) “parlaklık” anlamını veriyordu; Hint-Avrupa
ailesinde bu kökten ancak, dört beş kelime türemişti, oysa ki Türkçede
yal-/yıl- kökünden olma yüze yakın kelime vardı. Atatürk aynı yaltırık
kelimesini kurultayda okuttuğu tezde de (Üçüncü Türk Dil Kurultayı
1936. Tezler, Müzakere Zabıtları, İstanbul 1937, s.219-220) ele almış
ve teoriye göre açıklamasını yapmıştır. “Güneş-Dil Teorisi’nin Analiz
Metodu Tatbikatı” başlığını taşıyan bu tez tamamıyla Atatürk tarafından
yazılmış, 27 Ağustos 1936 perşembe günü kurultayda, ad verilmeden,
İsmail Müştak Mayakon tarafından okunmuştur.


1937
Eylülünde İkinci Tarih Kurultayı bu hava içinde toplandı. Birçok
yabancı bilginlerin de katıldığı bu kurultayda okunan tezlerden pek
çoğu tarih tezimizi ele almış veya onun çevresinde dolaşmıştır.
Kurultaya katılan İsveçli Arkeolog T.J. Arne, yurduna döndükten sonra,
25 Ekim 1937 de, “Sveske Dagbladet” gazetesinde, “Atatürk’ün Dil ve
Tarih Teorisi” başlıklı bir yazı yayımlayarak, Atatürk’ün görüşlerini
çürütmeye çalıştı. Bu yazı Türkçeye çevrilerek Atatürk’e sunuldu,
ertesi akşam Çankaya’ya çağrıldık. Atatürk yazıyı okumuştu; biz de
öyle. Biraz görüşüldükten sonra, “Yani demek istiyor ki”, dedi Atatürk,
“Orta Asya’nın altı bomboştur.” Yumruğunu masaya indirdikten sonra
şöyle devam etti: “Fakat emin olunuz ki, arkadaşlar, günün birinde,
bunun tam aksini ortaya çıkaran delili bize yine onlar (yani
Avrupalılar) verecektir.”


İsveçli
profesörün yazısında Atatürk’ün hoşuna giden şu cümle de vardı:
“Türkmen bozkırlarında Milattan Önce 1500 yıllarına doğru, uygarlığın
aşırı derecede gerilediği tespit edilebilmiştir; sebebi bilinmeyen bu
gerileme, yukarıda anılan Türk göçünden sonra meydana gelmiştir.” Bu
cümleyi okuduktan sonra Atatürk şöyle dedi: “İşte ilk itiraf burada. Bu
bozkırlarda uygar Türkler oturuyordu. Onlar göçe çıkınca, uygarlık
tabii geriler.”


Ertesi yıl Atatürk’ü
kaybettik, az sonra savaş başladı, yabancı dergilerin çoğu piyasadan
çekildi. Fakat 23 Aralık 1940’ta elime geçen bir antropoloji dergisinde
şu haberi okudum: 1939 yılının Temmuz ayında, genç Rus arkeologlarından
Dr. Aleksey P. Okladnikov ve eşi, Orta Asya’nın tam göbeğinde, Taşkent
yakınında bulunan Teşik-Taş adlı mağaradan, Homo neanderthalensis
denilen tarih öncesi bir insan ırkından olan sekiz yaşındaki bir erkek
çocuğunun kafatasını ortaya çıkarmışlar. O sırada Rusya’da çalışmakta
olan tanınmış Amerikalı Antropolog Hrdliˇcka, bu kafatasını ve mağarayı
inceledikten sonra, bu buluşun antropoloji ve Orta Asya’nın tarih
öncesi bakımından “son derece önemli” olduğunu söylemiştir. Kafatası,
Yontmataş çağının Muster tabakasına ait olduğu için, 150.000 yıllık bir
eskiliği vardı. Çocuk kafatasının yanı başında, Muster uygarlığı
tipinde, çakmaktaşından âletler, o çağa ait hayvan kemikleri ve kül
kalıntıları görünüyordu.


Bu haberi
okurken, Atatürk’ün masa başındaki sevimli yüzü, indirdiği yumruk ve
“günün birinde bunun tam aksini ortaya çıkaran delili bize yine onlar
verecektir” şeklindeki sezgisi bütün parlaklığı ile gözümde belirdi.
Artık Orta Asya’nın alt tabakası “bomboş” sayılmayacaktı. Orada,
Aşkabad dolayındaki eski Anau kültüründen (M.Ö. dokuzuncu bin yıl),
hattâ Cilalıtaş çağından çok önce, Yontmataş çağının alt tabakalarında,
Orta Asya halkının atalarına ait, gözle görülür, elle tutulur ve
150.000 yıllık bir eskiliği olan kafatasları, ateş kalıntıları ve
uygarlık aletleri vardı. Atatürk, ölümünden sonra da bir yengi
kazanmıştı.


Türkçenin eski bir
kültür dili olduğuna inanan Atatürk, bu dilin birçok nedenlerden dolayı
bin yıldan beri işlenmemiş olduğunu da biliyordu. Bu açığı kapatmak,
Türk dilini yine işlenmiş ve işlek bir kültür dili durumuna getirmek
için de Türk Dil Kurumunu kurmuş, Türk dilinin yapı kurallarına uygun
olarak Türkçe köklerden yine Türk ekleriyle yeni kelimeler türetmiş ve
dilimizin çeşnisini büyük ölçüde özleştirmiştir. Bu arada matematik
terimleri üzerinde de önemle durmuş, hatta 1936 -1937 kış aylarında
Dolmabahçe Sarayına çekilerek, geometri öğretenlere ve bu konuda kitap
yazacaklara kılavuz olmak üzere küçük bir geometri kitabı yazmıştır.
Yazdığı eser de yazar adı gösterilmeden, 1937’de İstanbul Devlet
Basımevinde Milli Eğitim Bakanlığınca bastırılmıştır. Bu eseri yazarken
göz önünde bulundurmak istediği Fransızca kitapları Özel Kalem Müdürü
Süreyya Anderiman’la birlikte Beyoğlu’ndaki kitabevlerinden seçerek
aldık ve saraya götürdük. Atatürk okullarda kullanılmakta olan geometri
kitaplarını da incelemiş ve bu arada Hasan Fehmi Hocanın bir kitabında
dik paralelyüz (parallélepeipède droit) şeklinde örnek olarak aynalı
dolabın verildiğini görünce hocayı saraya çağırmış ve Türkiye’de kaç
köy çocuğunun aynalı dolabı bildiğini bir eğitim sorunu olarak güler
yüzle sormuştur. Hoca ile tatlı bir söyleşiden sonra, “aynalı dolap”
silinmiş yerine “kibrit kutusu” konmuştur.


Atatürk’ün
“Geometri” adını taşıyan 48 sayfalık kitabında bütün terimler Atatürk
tarafından bulunarak konmuştur; boyut, uzay, yüzey, düzey, çap,
yarıçap, kesek, yay, kiriş, çember, teğet, açı, taban, eğik, yatay,
düşey, dikey, üçgen, dörtgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar,
paralelkenar, yamuk, eşit, çarpı, bölü, oran, orantı, alan, varsayı,
artı, eksi, kesit, türev, konum, gerekçe, yöndeş vb.


Bunlardan,
mesela açı’ya biz eskiden “zaviye” derdik; açıortay’a “munassıf”, geniş
açı’ya (zaviye-i münferice”, açı uzaklığı’na “bud-ü müzevva”, iç
tersaçılar’a da “zaviyetan-ı mütekabiletan-ı dahiletan”. Eğitim
ilkelerine göre, bir kavramı anlayabilmek için çocukta zihnin açık
bulunması gerekir. Yukarıda anılan yabancı asıllı ve yabancı kurallı
kelimeler tam tersine olarak, çocuğun zihnini tıkıyordu. İşte
Atatürk’ün önderliğiyle ulusal dil kaynağından türetilmiş bu yeni
terimler, zihni çelen ve tıkayan binlerce yabancı asıllı terimleri
silmiş süpürmüş, zihinleri açmıştır.


Atatürk’ün
de amacı zaten bu idi: Ulusal dilin benliğini ortaya çıkarmak, onunla
övünmek, onu işlemek, anlamayı ve anlaşmayı kolaylaştırmak.
[/b]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.pvpserverler.org
 
Atatürk ve Türkçe
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Metin2 Private Serverler, Metin2 Private Serverlar :: Pvpserverler Forum Aktüel :: Atatürk Köşesi-
Buraya geçin: