Belki çok çok önceden okumuştursunuz belkide ilk kez duyuyorsunuz.
Knight online oyun hikayesi. Hikayeyi dikkatli okursanız her yeni
dünyanın bu oyundaki bir Tanrıyı ifade ettiğini görebilirsiniz. Biraz
uzun bir kiyae ama artık idare edin.
Giriş : Carnac Dünyası
Milenya
dönemi öncesinde, zamansız enerjiler maddeleşmeye başladı ve kilden bir
yapılanma oluşturarak, onu hayata geçirecek sihirli sözü bekleyerek
uzayın sonsuz boşluğunda dalgalanmaya başladı.
Bu yapılanmanın dış
tarafındaki, küçücük bir güç yumağı çözüldü ve tek başına bilinç
kazandı.
Amaçsızca etrafta dolaşan bu kütle, çözülmeden sonra bir
yıldız haline gelmişti; bilinçli Logos, hayat yaratmak için onu kendine
aldı. Günlerce ona şekil verdi ve Canac’ı oluşturmak için derin
vadiler, yüksek dağlar ve masmavi gökyüzü yaptı.
49 gün
içerisinde kayaları yararak akan su yarattı, vadileri onunla doldurdu ve
okyanusları yarattı. Kısa sürede Carnac Turkuaz renkli mücevhere
benzeyen görkemli bir dünyaya dönüştü. Her halükarda Logos fark etti ki,
görkemli nehirler, okyanuslar ve göller canlı gibi hareket edebiliyordu
fakat taşlar, kayalar, dağlar cansızdı.
Logos, kil kümesinden
kalan enerji ile, dağlara şekil vererek hayatı yarattı. Yarattığı
balıkların suda yüzmesi çok hoşuna gitti ve ağaçlar onun favorisi olan
nemli ortamı sağladı. Ve sonunda kendisine benzeyen insanlar yaratmak
istedi ve çok fazla güçç harca***** Carnac’ı onların ihtiyacına cevap
verecek şekile getirdi ve daha sonra muhteşem nehirlerin kenarına
insanlığı oluşturacak tohumlar bıraktı. Orada istedikleri herşeyi
bulmakta başarılı olacaklardı.
Bir süre için herşey yolundaydı.
Logos artık hoşnut bir tanrıydı. Yarattıkları ise mutlu ve onlara
bağışlanan topraklarda başarılıydı.
Oysa çözülmenin başlangıcı
çok yakındaydı
Hayalindeki insanlığı yaratmanın telaşı içerisinde
bir parça kili kullanmayı unutmuştu. Unutulmuş kil parçası güzel bir
şeye dönüştürülmeyi düşleyerek karanlık vadilerin kuytuluklarında
asırlarca bekledi.
Başlangıçta çok sabırlıydı.
“Logos’un
benim için özel planları olmalı” diye düşünüyordu. Belkide beni neye
dönüştüreceğine henüz karar vermedi".
Ancak her bilinçli varlık
gibi onun da sabrı gün geçtikçe tükendi ve her tükenişte bir parça
büyüdü. Dünyanın geniş çatısı altında, Logosunkinden çok farklı olmayan
bir bilinç verilerek yaratılmıştı ve o kil parçası kendisinin de mevcut
olan yaşamın içerisine katılmasını istiyordu. Unutulmuş olmanın verdiği
öfke ile her geçen gün parça parça biraz daha büyüdü ve şekillenerek
gelişti.
Zaman içerisinde Logos unuttuğu o parçayı hatırladı ve
kendisine çağırdı ancak çok geçti çünkü kendisini Patos olarak
isimlendiren bağımsız bir varlık oluşmuştu. Bu bağımsız varlık kendisini
Patos olarak isimlendirdi ve kendisinin hissettiği terk edilmişliği ve
acıyı Logosun da yaşamasını istedi.
Artık Logosa rakip olmuştu
ancak Logosun dikkatlice yarattıklarının tam tersine içerisinde aşk,
arzu ve merhamet duygularından yoksundu. Patos ilk intikam olarak
Logosun ilk başlangıçta yarattığı doğal oluşumu değiştirdi.
Patos’un
bu ilk intikamı nedeni ile 4 mevsim, gece ve gündüz, yaşam ve ölüm
gerçekleşti. Patos için bu yeterli değildi. Bir avuç dolusu kum alarak
bunları içgüdü, his ve günah duyguları ile doldurarak Logos’un yarattığı
dünyaya doğru savurdu ve savurduğu her bir zerre insanların içerisinde
tohumlandı. Bunun sonucunda insanlar Logos’a yüz çevirerek ondan
uzaklaşmaya başladı. Günahı, şehveti öğrendiler ve yok etme ve hükmetme
duyguları ile doldular.
Logos’un Patosu durduracak gücü kalmadı
Bölüm
I : Kaosun başlangıcı
Patosun dünyayı değiştirmesinden bir süre
sonra, iki tanrı arasındaki bu oyun nedeniyle Logosun başta
arzuladığının dışında ölüm ve yaşamın başlaması olumsuz bir ortam
geliştirdi çünkü ölüm yokken Logosun yeni yaşamlar yaratmasına gerek
yoktu. Bu Logosun yaratıcılığının, sonsuzluğunun ve görkeminin kabul
edilmesiydi. Ancak bu gidişatın kötü bir şekilde değişmesi sonucunda,
kaybolan hayatların yerine yenisinin getirilmesi gibi bir iş çıkmıştı.
Halbuki Logos yaşamı yaratırken bunu kontrol altına almamıştı. O nedenle
bütün bu görevleri yerine getirmesi için yeni bir tanrı, hayat
Tanrıçası Akara’yı yarattı.
Birbirinden iki farklı ve birbiri ile
çekişen tanrı Logos ve Patos’un aksine, Akara sakin, kararlı ve yaşayan
her canlı ile ilgilenen bir tanrıçaydı. Yaşlanıp yok olanların yerine
yenilerinin gelmesini ve büyüyüp onların yerini almasını sağladı.
Onların yeryüzünde yaşamaları gerektiğini anladı, gerçek yaratıcıları
kendisi olmadığı ve yarattıkları kendisine saygı göstermediği halde
onları sevmeyi öğrendi.
Akara bu görevi üstlendikten bir süre
sonra Logosun eski keder ve üzüntüsünden uzaklaştığını, yarattıkları
üzerindeki sorumluluk ve görevlerini savsaklamaya başladığını fark etti.
Halbuki yaratıcının rehberliği olmadan yaşamın başarılı olması mümkün
görünmüyordu oysa Akara canlıları çok sevmişti. “Belkide” dedi kendi
kendisine “Bunların hepsini kendi çocuklarım gibi benimsemeliyim.”
Akaranın,
Alın yazısı gibi bütün yaratıkların varlığını koruma niyeti karşısında
Logos yarattıklarını tamamen kaybedeceği korkusuna kapıldı ve Akaraya,
yaratıcı olarak kendi görev ve sorumluluklarını tekrar yerine getirmeye
başlayacağına dair söz verdi. Tanrıça bu söz karşısında geçmişte
yaşadığı zorluk ve sorunları unuttu. Logos tekrar her şeyle ilgilenmeye
ve yaratıcı görevlerini yerine getirmeye başladı. Akara kendisini
yardımcı dadı gibi hissetmesine rağmen, dünyadaki yaşamın devam
ettirilmesi için üstlendiği rolün onurunu içinde hissediyordu.
Fakat
Logosun görevlerini yapmaya başlaması ile birlikte, Patos yeniden
ortaya çıktı.
Bu defa, Logosun rüzgarlarını ve ağaçlarını çok
sevdiği, bulutlarına dokunduğu ve ilk yarattıklarından olan dağların
yapısını bozmaya karar verdi.
Carnac’ın çekirdeğindeki
deliklerden alevleri çağırdı. Hapsedilmiş ateş, o güzelim dağların
zirvesinden alevli kraterler açarak erimiş lavlar şeklinde yeryüzüne
doğru püskürmeye başladı.
Çok sevdiği dağlarının ve ormanlarının
korkunç bir şekilde yok edilişi esnasında ,Logos lavların etrafını güçlü
bir rüzgar ile çevirip soğutmak ve çevresinde yarıklar oluşturup
içerisine hapsetmek için çok geç kalmıştı. Bütün ormanlar ve yerleşim
yerleri yok oldu, nehirler kaynadı ve insanlar hayatlarını kaybetmeden
önce korkudan donakaldılar.
Kuşaklar sonra, akara yok edilen
ormanların yerine yenilerini yeşertti. Hayvanlar yeniden yeryüzünde
dolaşmaya, nehirler tekrar kaynaklarından akmaya başladı. Önceki
atalarının başlarına neler geldiğini bilen insanlar da kayıplarını
telafi ederek yeniden çoğaldılar. Sessiz dağlar sık, sık lavlar
püskürtmeye devam ettiler ancak insanlar onu yeryüzündeki değişik bir
güzellik olarak algılamaya başlamıştı.
Halbuki onların çoğu bir
dağın zirvesine çıkıp, Logosun daha önce yaptığı gibi oradan yeryüzüne
bakıp dünyanın güzelliğini zirveden seyretmemişti.
Buna karşılık
Logos tekrar o umutsuzluğuna geri çekildi ve sanki kendisinin yarattığı
dünya değilmiş gibi hiç ilgilenmedi. Bu defa Akara, Logosun
sorumluluklarını kendi üzerine almaya karar verdi fakat Logosun bunu
kendisine kolaylıkla vermeyeceğini de biliyordu. O nedenle yüreksiz
Logos ve Bölücü Patos’tan dünyayı kurtarıp temizlemek için plan yaptı.
Diğerlerinin
bilmediği ve tanımadığı başka bir tanrı biliyordu. Tanrı Cypher’i.
Cypher bilgisizin tekiydi ancak yok etme ve düzenbazlık tanrısıydı.
Carnac’a bilinen veya bilinmeyen her türlü yok edici belanın gelmesine
Cypher in yol açtığı inancı vardı. Aslında onun yokediciliğine, Patosun
neden olduğu konusunda tarihciler çok tartışmıştır.
Cypher’in
ortaya çıkması konuşulmaya başlayınca, Logos temkinli davranarak Akaraya
bu yeni tanrının kimliğini sordu.
Akara dedi ki “Cypher’i bende
tanımıyorum ancak tanrı olmadığı kesin ayrıca yaratıcılık gücü
olmadığını da biliyorum. Yağmuru kara çeviremez, insana can veremez,
rüzgarı estiremez. Onun tek yapabileceği dağları aşındırmak, karları
buhara çevirmek ve canlılara darbe vurmak. Sadece yok etme, zarar verme
gücü var ne daha fazla, ne daha az. Biz onu kullanarak gücünü Patostan
kurtulmak için kullanabiliriz.”
Bunu duyan Logos, dünyasının ilk
yarattığı günlere döneceğinin hayali ile mutlu bir şekilde bu yeni tanrı
Cypher’i aramaya giderken Tanrıçanın yüzündeki hafif gülümsemeyi fark
etmedi bile.
Logos, Cypheri bulduğunda düşündüğü gibi bir tanrı
bulmadı, sanki azametin anti tezi gibi zayıf, bitkin, yıpranmış ve
tükenmiş gibi duruyordu. Diğer tanrıların yapısından çok uzaktaydı. Buna
rağmen Hayat Tanrıçasına hürmeten de olsa, Cypherden destek istemeye
karar verdi.
Ancak onun bilmediği şey, Akaranın ondan önce
geldiği ve Cypher’e fırsatını bulduğu zaman atalarını yok etmesini
istediği idi. “Önce Patosu öldürmelisin” demişti Akara, “Logos ise
idealist ve zayıf, onu daha sonra boş bir zamanında öldürebilirsin”.
Cypher
hiç şeytanca düşünmeden saflıkla inanmıştı, hayatın yöneticisi
Tanrıçaya.
Patos ile karşılaşmasından önce, Logos, Patosun
görmesini engellemek için Cypherin etrafını bulutlarla çevirerek ona
ölümüllüğünü gizleyen çok güzel bir kılıç verdi ve Patosun hüküm sürdüğü
derin vadiye doğru yola çıktılar.
Vadinin tam ağzındaki büyük
ağaçlarca oluşmuş ormana bakınca, değişikliğin tanrısının orada
bulunduğuna dair en ufak bir tahmin bile yürütmek mümkün olamazdı. Ancak
onlar iyice yanaştıklarında, Patos gölgelerden dışarıya çıktı. Elinde
sağa sola savurduğu yeşil renkli, en iyi ağaçtan yapılma bir mızrak
vardı. Mızrak sanki barış dolu yeşil ormanlardaki huzurun ve hayatın
ışığını yansıtıyor gibiydi.
Bu silahı sadece bir tek kişi
yapabilirdi. O kişi ise diğerlerinin gelişini Patosa önceden haber veren
kişiden başkası değildi. Tanrıça Akara. Gizli bir köşede Logos, Patos
ve Cypherin kaçınılmaz sonlarının gelmesini sabırla bekliyordu.
Savaş
hızlı ve öfke doluydu. Cypher’ın yukarıda tuttuğu ışıltılı kılıç ile
yaptığı atağı gören savaşçılar söyleyecek hiçbir söz bulamazdı. Patos
sadece üst üste gelen darbelerden elindeki mızrak ile korunmaya
çalışıyordu. Logos ise yalnızca önünde süregelen dövüşü seyrediyor ve
Patos'un hak ettiği sonu bulması için dua ediyordu.
Sonunda dövüş
tanrıların savaşına dönüştü. Patos, güneşi kapatarak dünyayı karanlık
hale getirdi. Cypher kendisini derin ve karanlık vadinin içerisinde kör
olmuş gibi hissetti. Patos mızrağı ile saldırarak rakibinin omuzunda bir
sıyrık açtı. Bunun üzerine öfkelenen yaralı tanrı yokedici gücünü
vadinin üzerine yağdırdı. Kayalar alevlenerek yürümeye başladı ve
Patos'u çepeçevre kuşattılar, Cypher kılıcını savurdu ve Patos’un sol
elini kopardı. Patos acı içerisinde gökgürültüsü gibi haykırırken kanı
dışarıya püskürüyordu.
Cypher ve Logos zafer sevinci ile onu
seyrederken birşeyler oldu. Patos ve Cypher'ın bedenleri değişmedi ama
zihinleri yer değiştirdi. Sanki Patos, Cypher'ın bedeni içerisine
girmişti ve Cypher de az önce ölümcül yara açtığı bedene hapsolmuş
gibiydi.
Acı içerisindeki Cypher'ın ruhu ölmeyi reddederek,
refleks bir hareketle elindeki mızrağı kendisinden çalınan ve içine
Patosun ruhunun girdiği bedene fırlattı. Cypher/Lord of Destruction
tarafından fırlatılan bu mızrağı Patos savuşturamadı.
Patos artık
ölü vaziyette yerde uzanıyordu, Cypher'da neredeyse ona katılmak üzere
idi. Zorlukla yerden doğruldu ve biraz önce kendi bedeni içerisindeki
iken çağırdığı yok edici alevden taşların yanına giderek, ke*** kolunu
dağladı ve kanamayı durdurdu, daha sonra sahip olduğu güç ile ke***
parçayı eski yerine koyduğunda, kolu sanki hiç kesilmemiş gibi oldu.
Tamamen
düzeldikten sonra yenilenen gücü ve enerjisi ile herkesin duyabileceği
şekilde haykırdı.
“Yeniden doğdum, benden korkun, artık
rakipsizim”
Bir güç gösterisi olarak vadiyi darmadağın ederek taş
yığınlarından, taşa benzeyen ancak camdan bir anıt yarattı. Her yöne
uzanan kesitleri ile anıt güzel değildi ancak muhteşem görünüyordu.
İnsanlar anıtın yapımındaki mucizevi şekli görmek ve onun yapıcısı tanrı
Cypher'a saygı göstermek için üşüştüler
Bölüm II : Pianna
Savaşçıları
Yıllar sonra insanlık altı büyük krallığa bölündü..
Çöllerin akıncıları Hellsgarem, Çelikten gemileri ve limanları ile
Buegrant, Arrdeam'ın beyaz şehri, Muhteşem ormancıları ile Planisad
Ticaretin merkezi Brisbia ve Batı sahilinde El Morad.
Yaratılış,
kırılgan bir seydi. Patos ve yeni Patos-Cypher mevcudiyeti arasında
yaşananlardan sonra Carnacta kademe kademe değişiklikler olmaya başladı.
Başlangıçtaki değişiklikler önemsizdi, çiçekler yavaşça soluyorlardı,
mevsimler önceden tahmin edilemiyordu ve sular bazen paslanmış gibi
kahverengiye dönüşüyordu.
Bu tür ufak tefek şeyleri insanlar
sadece gözlemliyordu ancak “Olay” diye ilan edecek bir durum
yoktu.Bunları Cypher'da yapmıyordu zaten, o kendisi ile ilgili yeni
konuları incelemekle meşguldü.
Acaba Patos yeniden mi
canlanmıştı?
Bu defa Carnac’ın her yerinde tuhaf yaratıklar
dolaşmaya başlamıştı. Başlangıçta bunları zarar verebilecek vahşi
kurtlar, ayılar olarak düşündüler fakat değillerdi, değişik yaratıklardı
ve yıllar geçtikçe değişiklikler büyüdü de büyüdü. Bazılarının taşa
dönüştüğü görüldü, bunlardan kötüsü arkadaşlarına büyü yapılanlar oldu
ve şimdi bildikleri ve anladıkları ölüm seviyesinin ötesinde canlanmış
cesetler ortaya çıktı.
Bu cehennemi yaratıklar sayıca öyle
çoğaldılarki, insan şehirleri ve onların etrafına çevrilen yüksek kale
duvarları ve surlar bile yaratıkları geri püskürtmeye yetersiz kalmaya
başladı.
Yiyecek stokları tükendiği için ilk yıkılan krallık
Planised oldu. Kısa süre içerisinde Brisbia ve Arrdeam devrildi. Kanlı
Barbarların krallığı Hellsgarem bile duvarların yıkılarak krallığın yok
olmasını engelleyemedi. Canlı kurtulan azınlık, kendi krallıklarından
sağ kurtulmayı başaran Buegrants’ların gemileri ile deniz üzerinden El
Morad’a kaçtı.
El Moradın yöneticisi Kral Manes, göçmenleri
hiçbir ön yargı göstermeksizin kabul etti ve orduda görev almalarını
sağladı. Henüz saldırı yaşamayan şehrin etrafını desteklemek ve
kuvvetlendirmek için yeni siperler ve mazgallar inşa ettirdi.
Saldırganlar gelmeden önce ihtiyaçlar temin edilerek stoklandı, silahlar
güçlendirildi, zırhlar cilalandı. Eğer El Morad yıkılırsa, yeni düzen
oluşturmak için, krallığa ve El Morada bağlı sadakatli siviller tespit
edilerek kaçış yönleri ve planları hazrılandı.
Olaylar öyle
gelişmişti ki, El Morad artık insan neslinin en son kalesi durumuna
gelmişti. Eğer o da yıkılırsa, insan soyunun yeniden türemesinin önü
kesilmiş olacaktı.
Çok geçmeden yaratıkların saldırıları başladı.
Başlangıçtaki dağınık ve düzensiz ataklar, savunmacıların başarılı
defansı sayesinde geri püskürtülüyordu ancak saldırılar her geçen gün
artıyor ve sürekli yineleniyordu. Bu saldırılar yedi yıl boyunca sürdü.
Kral Manes, yedi yıl boyunca halkının çektiği acı ve sıkıntılara karşı
kör ve sağır duran tanrılara sürekli dua etti.
Eğer ilk iki
yıllık saldırılara alışan ve savaştaki tarz ve yöntemleri ile başarılı
olan El Moradlılar, cesaret edip surların altında tüneller açarak
dağların arasına giden yollar yapmasalardı, bu hikaye çok kısa
sürecekti.
Dağlara kazdıkları tüneller boyunca metal madenleri
buldular ve bunlarla daha fazla silah yapıp, mevcut silahlarını
geliştirdiler. Yiyecek büyük sorun olmaya başlamıştı ancak tünellerden
dağların arasındaki ormana bant yaparak, ağaçları işlediler ve El Morada
getirdiler, kazanılan arazide yeterince ürün ekip yetiştirmeyi
başardılar.
Üçüncü yılda, tecrübeli askerler bu yaratıkları
avlayıp öldürmeye başladılar. Küçük gruplar halinde partiler
oluşturarak, ana gurubun dışında gezinen nispeten zayıf yaratıklara
arkadan saldırıyor ve öldürüyorlardı. Bu savaşçılar geri döndüklerinde
birçok zafer ve macera hikayeleri de getiriyorlardı.
Kısa süre
içerisinde birbirinden bağımsız hareket eden bu partiler, kendi
içlerinde organize oldular ve Pianna Şövalyeleri ortaya çıktı. El
Morad'dan bağımsız yaşayan bu şövalyeler hayatlarını işlerine
adamışlardı. Bazıları büyü sanatlarını ve güç vermeyi bile öğrendiler.
Yedinci
yılın son gününde, hiç beklenmedik tuhaf bir şey oldu. El Moradın her
yanına kırmızı bir yağmur yağdı. Uzaktan koyu bir yeşil sis perdesi
gittikçe yaklaşıyordu. Bir uyarı yankılandı ve yıllardan sonra ilk defa
herkes kaçmak için kapılara koştu ve ilk defa bu kadar korkmuşlardı.
Kral
Manes, kendisini duyacak herhangi bir tanrı için yine dua ediyordu ve
bu defa Cypher'ın görüntüsündeki Patos yanıt verdi.
Manes “Uzun
yıllardır sürekli sana yalvarıyorum, neden şimdiye kadar bekledin?” diye
bağırdı.
“Gerek yoktu” diye cevap geldi.
“Hergün insanlarım
ölüyor bundan daha gerekli ne olabilirdi ki?” dedi Manes.
Yine “Gerek
yoktu” yanıtı geldi.
Kral kurtarıcıya yalvarması gerektiğine karar
vererek “ Senin gücün var, sadece kullanman yeterli biz senin
alçakgönüllü hizmetkarlarınız. Tam şimdi bizi kurtarabilirsin”
“Bugün
hizmetçilerin akıbeti yok artık. Sonun yaklaştığı anda kendimi
göstermek istedim. İsteseydim gururlandığım bu yıkımı sahip olduğum
güçle ta başlangıcında durdurabilirdim.”
Kral öfke ile doğrularak
kılıcını sesin geldiği yöne doğrulttu ve haykırdı “ Sen bir tanrı
olabilirsin Cypher ancak kolayca yıkıp geçemeyeceksin. Eğer bize yardım
etmeyeceksen, sende bizimle aynı sona katlanacaksın.”.
Fakat Patos
çoktan gitmişti bile.
"Konsül üyelerinden birisi, alnından akan
teri silerken “ Yapabileceğimiz bir şeyler olmalı diyordu”.
Onun
hemen yanındaki diğer bir üye esnemesini gizlemeye çalışıyordu. Vakit
öğleden sonra olmuştu. Lordlar ve liderler Cypher’ın göründüğü gece
yarısından bu yana tartışıyorlardı.
Bir Planisadian lordu ayağa
kalkarak, yaklaşan koyu yeşil sisten kaçmak için yaptığı planı
tekrarladı. Sisi keşfe gidenlerden hiçbiri dönmemişti ve ona göre
koşulları yeniden değerlendirebilmek için öncelikle kaçıp uzaklaşmaları
gerektiği idi. Sis hızla yaklaşıyordu ve herkesin kaçıp uzaklaşması
günler alacaktı.
“Hayır, kalacağız ve direneceğiz, sonrada
Cypher’ı öldüreceğiz böylece her şey yoluna girecek” diye gürledi elleri
ile okunu okşamakta olan yan taraftaki Erenion lideri, “Yeterince
kaçtık”.
Konsül gürültü ve yaygaraya boğuldu, daha önce de birçok
uçuk öneriler getirenler olmuştu ancak böyle bir çözüm herkesi hayrete
düşürmüştü.
Birisi haykırdı “Sen delimisin? Cyhper bir tanrı. “
“Gerekirse burada kalacağız ancak Cypher'a karşı savaşmayacağız”
Oda
birden sessizliğe büründü. Kalmak ancak savaşmamak ? Sonra ne olacaktı ?
Sadece ölüm ?
Kral Manes sükunetle konuştu “ Pianna
Şövalyelerini çağırın”.
Bazıları Kralın aklını yitirdiğini
düşündü, bazıları da aslında Cypher’ın kralla konuştuğuna inanmamaya
başladı.
Pianna Şövalyeleri bütün popülerlikleri ile kale
kapısının önüne doğru at sürdüler. İşte herkesi koruyacak efsanevi
kahramanlar buradaydı. Yeni dizayn edilmiş zırhları ve parlak silahları
içerisinde, eski kahramanlık kitaplarından canlanıp gelmiş gibi
görünüyorlardı. Hiç kimse onların kaybedeceğini düşünmüyordu.
Yaklaşık
ikiyüz güçlü asker, efsane haline gelen Camdan Abidenin bulunduğu yöne
doğru Cypher'ı bulmak için at sürdüler. Önlerinde hiçbir rehber olmadan,
insan yerleşimi kalmamış çılgın topraklarda at sürdüler. Ormanların
içerlerinde önlerine çıkan her yaratığı öldürerek ilerlediler.
İçlerinden tek bir tanesi bile kaçamadı. Gece karanlığında gelip zarar
vermesinler diye uyku bile uyumadılar.Fakat bir gece aşırı bir yorgunluk
dalgası hepsini kapladı ve derin bir uykuya daldılar.
Rüyalarında
bir vadinin kenarındaki bir alanda bir sürü insan gördüler. Başlangıçta
insanların görünüşleri mutlu gibi geldi ancak yanlarına yaklaştıkça o
insanların yüzündeki umutsuzluğu, yorgun bakışları ve ruhlarındaki
mutsuzluğu gördüler. Halbuki rüyalarındaki bölge gayet huzurlu ve
abidenin camından yansıyan gökkuşağını yansıtan ışıklar sayesinde
apaydınlıktı. Tan yeri ağarırken gerçekler ortaya çıktı, Cypher’ın ini
de oradaydı ve bütün o insanlar ona tapmaya gelmemişlerdi, onun esiri
olmuşlardı. Abide ise, onların bilincini yutan siyah bir taşa
benziyordu. Yapıya yaklaşınca kendilerini insanlara bakarken
hissettiklerinden daha kötü hissettiler ve birden bir kol uzanarak
görüşlerini kapattı.
Rüya sona ermişti ancak gün doğana kadar
yattıkları yerden kıpırdayamadılar.Gördükleri rüya yüzünden etkilenseler
dahi, kararlarından en ufak bir eksilme olmadan ve kendilerini neyin
beklediğini bilerek batıya doğru at sürmeye devam ettiler. Akıllarında
ve kalplerindeki ayetten bir dua ile;
Uzun süre Unutulmuş
Biz
senin çocuklarınız
Uzun süre Unutulmuş olsan dahi
Bizi Terk etme
Daha
önce hiç hissetmedikleri gibi bir şevkle rüzgar gibi batıya doğru at
sürmeye devam ettiler. Günlerce hiç durmadan ilerlediler, ne onlar nede
atları açlık veya yorgunluk hissetmediler. Gözleri bir işaret yakalayana
kadar hiç durmadılar.
Elmas gibi ışıklar saçan Devasa bir Abide
millerce ötede duruyordu. Daha önce gördükleri rüya bile onları böyle
bir manzara ile karşılaşınca düştükleri hayrete hazırlamamıştı. Atlardan
birinin kişneyerek bağırması, onları bu hayretten uyandırdı ve tekrar
devam ettiler. Ertesi gün şafak vakti abideye ulaştılar ancak sanki
önlerinde geçilemez bir bariyer vardı. Görünürde hiç bir şey yoktu ancak
atlar görünmez bir çizgiden öteye gitmeyi reddediyorlardı. Binicileri
aşağı inip çektikleri halde ilerlemeyi reddediyorlardı. Sonunda atları
bırakarak ilerlemeye karar verdiler fakat onlar da ilerleyemediler.
Öğlene kadar uğraşmalarına rağmen hiçbiri o görünmez engeli geçemedi
fakat arazinin yapısı gittikçe değişiyordu.
Ağaçlar ve çimenler
kapanan zarflar gibi göz önünde katlanarak yok olmaya başladılar, zemin
birden kurudu ve ve toprakta çatlaklar oluşmaya başladı ve birden
çatlaklardan birisi genişçe bir yarığa dönüşerek şövalyeleri içine
çekti.
Birçoğu yaralandı, bazıları ise hayatını kaybetti fakat
çoğu kurtuldu ve kurtulanlar kendilerini etrafında daha önce hiç
karşılaşmadıkları türden yaratıkların çevirdiği büyük bir mağaranın
ortasında buldular. Önlerindeki uzun ve kol yüksekliğindeki sarkıtların
altında ise Cypher'ın ta kendisi duruyordu. Onu tanımıyorlardı ancak
karşılaştıklarının kim olduğunu tahmin ediyorlardı.
Bir baş
hareketi ile, Pianna şövalyeleri her yana saldırdılar. Güç veren
büyücülerini, sihirbazlarını ve yaralıları ortalarına alacak gibi bir
halka oluşturdular. Savaşçılar dövüş sanatında ustaydılar ve 7 yıl
boyunca hayvanlara karşı verdikleri onlarca savaşta sadece bir
kardeşlerini kaybetmişlerdi fakat savaş alanındaki sayıdan daha azdılar
ve göründüğü kadarı ile düşmanları yorulmak bilmeyecekti.
Elliden
daha az sayıya düştüklerinde, yaratıklar saldırmayı bıraktı ve geriye
çekilerek Cypherin şövalyelere doğru ilerlemesine olanak sağladılar.
Şövalyeler
Cypher'ın gerçek yüzünü ilk defa gördüler. Devasa yapısı dışında yaşlı
bir adama benziyordu. Rivayetlerdeki gibi acımasız bir savaşçı
görüntüsünden çok uzaktaydı.
”Hoşgeldiniz, Pianna Şövalyeleri,
yorulmuş olmalısınız” diye alay ederek konuştu.
Şövalyeler cevap
vermek yerine kılıçlarını sıkıca tutarak seçtikleri hedeflere doğru
kaldırdılar ve dosdoğru üzerlerine saldırdılar. Sihirbazlar onlara ateş
ve yıldırım ile eşlik etti ve bu saldırının ödülü olarak birkaç yüz
yaratığı öldürdüler.
Cypher sadece yaratıklarının acımasızca
öldürülüşünü seyretti.
Şövalyeler çoğu adamlarını kaybettiler
ancak her şey sona ermişti. Tek bir yaratık bile ayakta kalmamıştı.
Mağaranın zemininde, kendi kanlarından oluşan bir gölde yatıyorlardı.
Hemen Cypher'ın etrafını çevirdiler.
Fakat bir tanrıyı basit
büyüler ve fiziki güç ile yenmeyi düşünmek saf aptallık demekti. Cypher
de bunu bildiği için sakin ve korkusuzdu.
Hali hazırda,
arkadaşlarının cesetleri kıpırdamaya başlamıştı. Yakında tekrar ayağa
kalkacaklardı fakat karşısındaki kişi arkadaşımı veya kardeşimi
anlayamayacaktı.
İlk zombinin elleri kılıcı kavradığı anda,
hayattaki şövalyelerin aklına birden o dua geldi. Sebebini bilmeden
duayı haykırmaya başladılar
Biz senin çocuklarınız
Uzun süre
Unutulmuş olsa dahi
Bizi Terk etme
Ölen arkadaşları dirilip
ayağa kalktıkça ve silahlandıkça, Pianna şövalyeleri daha önce hiç
hissetmedikleri bir korkuya kapıldılar, buna rağmen haykırmaya devam
ettiler.
Biz senin çocuklarınız
Uzun süre unutulmuş olsan dahi
Bizi
Terk etme
Gittikçe güçlenen haykırdıkları bu cümleler mağara
boyunca ilerledi ve tarih öncesi duvarlarda yankılanarak sarkıtları
titretti. Daha fazla ayet döküldü ağızlarından
Seninle birlikte
olan yine biziz
Sen bizi duyabilirsin
Yalvarışlarımızı duy
Cypher
onların bu dualarını önemsemeden alayla izlerken, mağaranın tavanı
sarsılmaya başladı ve tavandaki granitler kahramanlarmızın üzerine
döküldü, birden fazlası düşen granitlerin altında ezildi. Onlar halen
devam ediyordu.
Bu bir son.
Geri dönmek istiyoruz
Bizi
evimize ulaştır.
Şimsek gibi bir ışık cennetten fırladı. Logos,
yaratıcı tanrı güçlü yayını çekti ve geçmişten bu güne söylenen uzun
duaların verdiği enerji ile yüklü oku fırlattı. Ok yıldırım gibi
bulutların arasından indi ve Cypher'ın omuzlarının üzerindeki mağaranın
tavanını geçerek Cypher'a saplandı.
Logos kutsamış olmasaydı,
okun parlaklığından hepsi kör olacaklardı. Cypher yani Patos artık
yoktu. Sadece ölmeden önceki zayıf final çığlığı titredi mağaranın
içinde.
Çok yumuşak, çok net ve sevgi dolu bir başka ses dedi
ki..
"Evinize hoşgeldiniz"
Bölüm III : Bir Kez Daha
Diriliş
Cypher'ın yokedilmesinden sonra yeşil sis kayboldu ve sağ
dönen Pianna Şövalyeleri, El Moradlılar tarafından kapıda büyük kutlama
ve sevinç gösterileri ile karşılandılar. Onların kahramanlık öyküleri,
pınardan akan sular gibi El Moradın her tarafına yayıldı ve tapınaklarda
Logos’un heykelleri yükseldi. İnsanlık yeniden başarılı oldu ve
gelişti.
Zaman ilerledikçe tek bir kişi bile Cypher'ın
yaptıklarını hatırlamaz oldu.Birçok kişi şehir duvarları dışına çıkarak
yeni keşifler yaptı, insanlar mantar gibi çoğalarak yeni bölgelere
yerleşti, El Moradın dışında bir çok köy, kasaba ve şehirler inşa
edildi. Logos'un kutsadığı tarlalar ekildi ürünler biçildi.
Ancak
barış El Morad için sonsuza kadar sürecek değildi.
Cpherin
yokedilişinin üzerinden 20 yıl geçmişti ve El Morad insanlığın baş şehri
olmuştu. Barış ve huzurun getirdiği başarılı ortam sayesinde güzel
bulvarlar, muhteşem binalar ve karanlık dönemlerde hayatını kaybedenleri
yaşatmak için, yenilenen ve genişletilen şehir surlarına isimleri
yazıldı.
Şehir etrafındaki birçok köy ve kasabada yaşayan bir
takım kişiler bu zenginlikten haksız kazanç elde etmek için eşkiyalığa
ve saldırılara başladılar. Birçok konvoy saldırıya uğradı ancak Kral
Manes halen yaşarken bunlar çok fazla değildi.
Kral Manesin
uykusunda aniden ölümünden sonra yerine geçen oğlu Paul çok genç ve
tecrübesizdi, ülkeyi güvenlik altında tutan Pianna Şövalyelerine kumanda
etmekten acizdi ve o nedenle Konsülün lordlarının yetkilerini artırdı
ancak lordların çerisinde ülkede daha çok söz sahibi olmak isteyenler
vardı ve bunların bir kısmı baskınları yapan eşkiyalar ile işbirliği
yaptılar. Bazıları vergilerin yükselmesine neden oldu ve bazıları da
baskı yaparak orduyu dağıttılar.
Ülkenin kötü durumundan mutlu
olmayan ve konsülün kararlarına karşı çıkan klan liderleri idam edildi.
Kargaşa ve düzensizlik ülkenin her yanını kapladı. Konvoylar daha çok
saldırıya uğradı, maskeli katiller her yerde insanları öldürmeye başladı
ve kadınlar kocalarının, oğullarının yanında tecavüze uğradı.
El
Moradın merkezinde kötülük yuvaları yapılanmaya başladı. Tüccarlar
şehire giremez oldu, dükkanlar kapandı. İnsanlar günlük ihtiyaçlarını
karşılayamaz oldular. Yerleşik halkın çoğunluğu evlerini ve eşyalarını
geride bırakarak kaçtılar. Çiftçiler tarlalarını ekemediler. Ürünlerini
toplayamadılar.Huzur ve barışın yerini çok kısa sürede kötülük ve
kargaşa aldı ve birçok çeşitli hastalık baş gösterdi.
Bütün bu
yıllar boyunca Paul ülkede neler olduğunu bilmeden, hizmetçileri ile
sarayında yaşa***** geçirmişti. Her şeyin yolunda gittiğini
zannediyordu. Konsülün ülkeyi iyi yönettiğini düşünüyor ve insanların
arasına karışmaya gerek görmüyordu. Lordlar ona şehirde bir hastalık
olduğunu ve doktorların tedavi ettiğini, Paul ün saraydan ayrılmasının
tehlikeli olacağını söylemişlerdi.
Dignar, ülkesine sadık klan
lideri, konsüle karşı geldiği için öldürülemsine karar verilen klan
lideri, canlı kurtulan az sayıdaki klan savaşcısı ile El Moradın 2
günlük mesafesinde saklanmıştı ve ülkede yaşananları üzüntü ile takip
ediyordu. “Kral Paul artık 19 yaşında neden bunları durdurmuyor, acaba o
da onlarla birliktemi” diye düşündü ve bunu araştırmaya karar verdi.
Eşkıya kılığına girerek bir gece El Morada girdi ve saraya ulaştı.
Paul'ün
nerede olduğunu ararken, konsül üyesi lord Bero'nun söylediklerini
dinledi “ Kralım konsül ülkeyi çok güzel yönetiyor, halk çok mutlu ancak
pis taşralılardan tuhaf bir hastalık geldi, siz sarayda bir süre daha
bulunun biz hastalık geçince size kutlama töreni yapacağız ve şenlikler
düzenlenecek” .
Dignar bir süre daha gizlendi ve Bero gider
gitmez krala koşarak önünde diz çöktü. “Kralım Bero yalan söylüyor.
Sarayın duvarlarına çıkın ve El Moradı seyredin” dedi.
Paul bir
merdiven yaptırarak sarayın duvarındaki surların üzerine çıktı ve
gördüğü şey, pislik, yangın ve haydutların sarhoş naraları oldu.
Dignara
“seni öldürtecektim ama gördüğüm manzara korkunç, ülkeme ne oldu, bu
hangi şehir, sanki başka bir yer, burası El Moradmı” dedi. Sonra Dignarı
kolundan tutarak gel bana herşeyi anlat” diye saraya ****ürdü.
Yaşlı
klan lideri Manes'in ölümünden sonra yaşananları bir, bir anlattı.
Paul
başını ellerinin arasında tutarak ağlamaya başladı. Babasının sevgili
şehri kaousun tam merkezi olmuştu. “Pianna Şövalyelerini yeniden göreve
çağırın” dedi Dignar, “ben de klanımı ve bana uyan klanları toplayıp
geleyim. Bütün umudumuz bu.”
Genç kral, yaşlı klan liderini doğru
bularak söylediklerini yapmaya karar verdi.
Cypher'a karşı
kazanılan zaferden sonra, kendilerine tahsis edilen arazide inşa edilmiş
büyük kalenin içerisinde yaşayan Pianna Şövalyelerinin reisi Mutro idi.
Kötülüğe karşı yapılan savaştan sonra geçen zamanda eski şövalyelerin
hemen hepsi ölmüştü ve yaşlı Mutro reis seçilmişti. Dignarı tanıyordu,
anlattıklarını dinledi ve şövalyelere doğru bağırdı.
“Hepiniz ihtiyaç
kalmayana veya ölene kadar , halkınıza hizmet etmek için hazır olun”.
“Bu çağrıya kulak verecek misiniz?”.
Şövalyelerden gürültülü bir onay
bağırışı yükseldi.
“O halde demirci ocakları yansın, zırhlarınızı
parlatın, silahlarınızı bileyin ve yağlayın, atlarınızı ağıllarından
çıkarın”
Şehrin merkezinden alevler ve dumanlar yükseliyordu.
Cansız bedenlerden akan kanların keskin kokusu yüzünden atları zaptetmek
zorlaşmıştı. Konsüle bağlı askerler ve haydutlar başlangıçta çok
direnmişlerdi ancak hemen hepsi yanlış tarafta bulunduğunu anlamadan can
vermişti. Az sayıdaki haydut canlı esir alınmış, Logos’u ululamak için
yaptırılan anıtın dibinde toplanmıştı.
Dignar ve ona katılan üç
klan lideri can verinceye kadar çarpışmışlardı ve Pianna şövalyelerinden
geriye ise küçük bir gurup kurtulmuştu.
Paul, anıtın
merdivenlerinin en üstündeki rahipler için yaptırılmış adak taşının
üzerine çıkarak, karşısındaki manzaraya baktı. Çocukluğunun tertemiz
yolları, balkonlarından çeşitli çiçekler sarkan, sokaklarında çocukların
neşe ile oyunlar oynadığı, mutlu ve güler yüzlü insanlar ile dolu El
Moradı şimdi harabeye dönmüştü. Yaşanan iç savaşta ölenlerin
cesetlerinden yayılan koku halen duruyordu. Kendisini dinlemeye
hazırlanan yorgun, bitkin insanların yüzlerinde büyük bir keder
okunuyordu.
“El Moradın halkı” diye gür bir sesle başladı
konuşmasına.
“Bugün yıllar süren gaflet uykusundan uyanışımın ilk
günü, sizi bu zalimlerin eline bırakmakla büyük bir hata etmişim” derken
sol kolu ile anıtın yan tarafında, askerlerin arasında elleri ve
ayaklarından zincirlenmiş konsül lordlarını işaret ediyordu.
Devam
etti “Ancak beni de kandırdılar. Zaten çocuktum bir şey anlamıyordum.
Ülkemde her şey çok güzel sanıyordum. Bana hep öyle anlattılar. Beni
bağışlayın, bundan sonra babamın yolunu takip edeceğime söz veriyorum.
Logos şahidim olsun”.
O bitkin ve yorgun kalabalık sanki bir
enerji dalgasının etkisine girmiş gibi canlandı ve yüzlerindeki
bitkinlikten eser kalmadı, sevinçle haykırdılar “selam sana Kral, selam
sana Logos”.
Paul devam etti ve “bugünden itibaren vergileri
düşürüyorum, artık tarlanızdaki ürünleri vergi diye vermeyeceksiniz.
Evsizler El Morad surları dışında sahipsiz kalmış yerlerde kendilerine
özgürce kulübeler inşa etsin, etrafını çevirsin, eksin biçsinler.
Surların içerisinde evlerinden yerlerinden kovulanlar artık dönsün.
Komşular el ele vererek evlerini tamir etsin. Sokakları, caddeleri
temizlesin. Klanlar bir araya gelsinler ve ülkemizi haydutlardan,
katillerden temizlesinler ve bugünden itibaren eski konsülleri
görevlerinden aldım. Yerlerine sizin seçeceğiniz konsülleri koyacağım.
Eski konsüller ülkemize ihanet ettikleri için en ağır şekilde
cezalandırılacak.
”Ertesi sabah kent merkezi tertemizdi, Kraliyet
sarayına giden yolun başlangıcında yükselen bir platform yapılmıştı ve
12 konsül üyesi boyunlarında “suçlu” yazan tabelalar ile cezalarının
bedelini ödemeyi bekliyordu. Şövalyelerin liderinin el hareketi ile bir
görevli platformun üzerine çıkarak konsül lordlarının suçlarını halka
duyurdu. Cellatlar sıra ile lordları yere yatırarak başlarını kütüklerin
üzerine yatırdılar. 12 balta aynı anda kalktı ve güneşin ışıklarını
yansıtarak hızla indi. Böylelikle uzun yıllardır süren iç savaşın
bittiği ilan edilmişti.
Paul’ü izleyen ve dinleyen sadece El
Morad halkı değildi, Logos yüzünde bir tebessümle yarattığı insanların
yeniden derlenip, toparlanmasından gayet hoşnuttu ancak oğulları ve
kızlarının artık ilk yarattığı zamanki gibi saf ve temiz
olamayacaklarını anlamıştı. Patos/Cypher’in uğursuz gölgeleri
çocuklarının üzerinden asla yok olmayacaktı.
İnsan ırkı yaşanan
kargaşadan sonra yeniden birleşti ve normal hayatlarına dönmeye başladı.
Fakat Patos’un unutulmuş laneti insanlar üzerindeki tuhaf etkisini bir
kez daha göstermeye başladı ancak bu defa sebep olacağı değişiklik
önceki nesillerin hiç rastlamadığı türdendi
Bölüm IV :
Tuareklerin Efsanesi
El Morada, altı gün altı gece gemi yolculuğu ve
bir gün, bir gece at sürümü mesafede, Karus diye adlandırılan geniş
çölleri, yüksek dağları ve sayısız mağaraları ile tanınan bölgenin
kuzeyindeki yüz kişiden biraz daha fazla sivilin yaşadığı küçük Breth
köyünde bir kısım çocukların kaos döneminde köyde konaklayan klanlardan
ve askerlerden yakalandıkları hastalıktan dolayı vücutlarının çeşitli
yerlerinde oluşan bozukluklar nerede ise bütün vücutlarını kaplamıştı.
Köyün doktorları ve şifacıları bu hastalığa çare bulamıyorlardı ve
gençlerde de bu hastalık görünmeye başlamıştı.
Hastalığın
bulaştığı yerlerde deri sertleşiyor, yeşile yakın renge dönüşüyordu.
Dişlerin ve kemiklerin yapısını da bozuyordu. Ağır hasta çocuklar, diğer
çocuklar korkmasın diye evlerin mahzenlerinde, etraftaki mağaralarda
tutuluyordu.
Hastalığı durduramayan köyün ileri gelen klan
başkanı, El Morad’a giderek Konsülden yardım istemeye karar verdi.
Köylüler bu haberi sevinçle karşıladılar ve çocuklarını kurtarması için
Logos’a daha fazla adak adadılar.
Klan lideri konsül üyelerine
konuyu açıkladığında, yaşlı bir konsül üyesi söze girerek ülkenin birçok
yerinde bu hastalığın göründüğünü ancak henüz hekimlerin çare
bulamadığını söyledi. Klan liderine köyüne dönmesini ve iyi haberi
beklemesini tavsiye etti.
Paul yaşlı lord sarayına geldiği zaman
onu karşılamak için acele etmedi. İç barış sağlandıktan sonra bir çok
konu ile uğraşmıştı ve aradan geçen 2 yıl içerisinde artık o çevik ve
kararlı Kral rehavete kapılmıştı. Bir çok konuyu danışmanlarına havale
ediyordu. Gençliğin verdiği enerjiyi partiler, eğlenceler düzenleyip
sabahlara kadar eğlenerek harcıyordu. Bir gece öncesinde de böyle bir
davet sabaha kadar sürmüştü ve uykusundan uyandırıldığı çok önemli
konuyu kendisine getirdikleri için de kızgındı.
Yaşlı konsül
üyesi kendisini nerede ise azarlayan kralın tavrından mutsuz bir şekilde
kaos döneminde baş gösteren fakat tedavi edilemediği için çoğalan
hastalığı anlattı.
İnsanlık nesli bir kez daha tehdit altındaydı
ancak bu tehdit silahların, zırhların yenemeyeceği türdendi.
Paul
ülkesindeki insanların hastalığa yakalandıklarını iç savaş zamanında da
duymuştu ancak bu konuda hiçbir şey yapmamıştı. Danışmanları birçok
defa bunu dile getirmeye çalışmışlardı fakat o bunu basit bir hastalık
diye düşünüyor ve hekimler çare bulur diyordu. Oysa şimdi duyduklarından
korkmuştu. Ya bende hastalanırsam halkın arasına nasıl çıkarım. Nasıl
davetler düzenlerim diye düşünmeye başlamıştı.
Kralın çağrısı
üzerine danışmanlar toplandı ve fikir yürütmeye başladılar. Ülkenin dört
bir yanındaki hekimleri ve rahipleri topla***** bu hastalığa şifa
bulunması için çalışmalarına karar verdiler.
Kralın sarayına
bundan sonra hiç kimsenin giremeyeceğini, saraya girmesi gerekenlerin
önce kontrolden geçirileceğini hastalık belirtisi taşıyanların derhal
kovulacağını duyurdular.
Böylece aradan 4 yıl daha geçti.
Logos
için yaptırılan yeni tapınaklar, hastalığa yakalananların adakları ile
dolup taşıyordu. Hekimler ve Rahipler hiçbir başarı sağlayamamıştı. Kral
artık sarayından hiç çıkmıyordu.
El Morad surlarının içerisinde
hastalık her geçen gün artıyordu. Konsülün kararı ile hangi sebepten
olursa olsun ölenler surların bitişiğinde yaptırılan büyük odun
fırınlarına atılarak yakılıyordu.
Logos evlatlarına gelen bu bela
nedeni ile kendisine yakaran binlerce rahibin çağrısını duyuyor ancak
kendisinin de durduramadığı bu lanetli hastalık karşısında sessizce
izlemekle yetiniyordu.
Ey Logos duy bizi.
Evlatlarını terk
etme
Unutulmuşun lanetinden kurtar
Sen bizimlesin biz seninle
Hastalığa
yakalananlara, sağlıklı olanlar tarafından yapılan saldırılar o kadar
çoğalmıştı ki, hasta diye işaret edilen her insan diğerleri tarafından
dövülüyor, işkence ediliyor, evlerinden, yuvalarından atılıyorlardı. Bu
yüzden hastalığa yakalananlar yer altındaki büyük kanalizasyon
kanallarına kaçıyor diğerlerinden kurtulmaya çalışıyorlardı.
Kargaşa
artınca konsülün lord’ları bir araya gelerek karar aldılar. El Moradın
içerisinde ve yakın köylerinde bu belaya yakalananlar, Karus bölgesine
sürgün edildiler. Bölgenin arazisi çok büyüktü ve El Morad bölgesinden
ayıran büyük Carnac denizi nedeni ile geriye dönmeleri çok zordu.
İnsanlık
içerisinde bölünmenin başlangıcı.
Zorla evlerinden köylerinden
ailelerinden koparılarak yollara sürülen yedi binden fazla genç ve
çocuk, klan savaşçıları ve şövalyelerin alt tabaka askerleri gözetiminde
2 hafta yürütüldü. Hastalıktan ölen olmadı ancak zorlu yürüyüşe
dayanamayan bir çoğu öldü.
Ey Logos duy bizi.
Evlatlarını terk
etme
Unutulmuşun lanetinden kurtar
Sen bizimlesin biz seninle
Karus
bölgesine ulaştıklarında geriye üç yüzden azı sağ kalmıştı. Bu kıyım
katiller ve haydutların hüküm sürdüğü kaos döneminde bile yaşanmamıştı.
Yıllardır
bekledikleri “iyi haber” yerine, hastalığa yakalanmış ve çoğu ölmek
üzere olan gençleri sevgi ile kabul eden Breth köyü sakinleri hastalığa
yakalananların sadece dış görünüş formlarının değiştiğini biliyorlardı.
Başlangıçta
mahzenlerde, mağaralarda gözlerden uzak tuttukları çocuklar evlerine
döneli çok olmuştu. İnsan formundan hiçbir değişiklik kaybetmemiş
yaşlılar ile, görünüşü değişmiş çocukları ve onların çocukları bir arada
huzur ile değirmenlerine ekinlerini ****ürüyor, hayvanlarını otlatıyor,
su başlarında keyifli sohbetler ediyorlardı.
Yeni gelen bu
zavallı sürülmüşleri de aralarına aldılar. Hepimizi Logos yarattı
diyordu köyün en bilgesi. Lanete uğratılmışları da.
Hastalığın
iyileştirilmesi için yıllardır uğraşan hekimler ve şifacılar birçok ilaç
geliştirmişti. Bunlar lanetli hastalığı yok etmemişti ancak hastaları
güçlendirmiş, geliştirmişti. Bu güçlü nesil için tarlaları ekmek ve
biçmek, yetiştirdikleri hayvanları idare etmek çok kolay oluyordu.
Zaman
içerisinde birbirleri ile evlenen hastalığa uğramış gençlerin çocukları
sokaklarda dolaşmaya başladığında Breth artık büyük bir kasabaydı.
Bu
yeni nesil ırk anne ve babalarından daha güçlüydü. Aralarından bir
kısmı, hayvancılık veya çiftçilik yapmak istemediklerinden, geniş Karus
topraklarında avlanmaya, Patos’un meydana getirdiği yaratıkların
soylarından kalanları avlamaya başladılar.
Karuslular bu savaşçı
ırka Tuarekler demeye başladı.
Dövüşmekte çok büyük maharetler ve
tecrübeler kazandılar. Büyüklerinin geleneklerinden gelme alışkanlıkla,
küçük savaşçı grupları bir araya gelerek Klanlar oluşturdular. Sayıca
küçük klanlar gözcülük yaparken, büyük klanlar birleşerek yaratıklara
saldırıyor ve her defasında başarılı oluyorlardı.
Böylece Brethin
dışında da yaratıkların saldırısından korkmadan yaşanabilecek bölgeler
oluştu. Buralara aileler yerleşti Bellua ve Linate. Bu iki kasabanın
arasında da Tuarek’lerin mola verdiği Roan Kamp.
Breth artık
Karus bölgesinin merkez şehri olmuştu. Klan liderleri ve şehrin ileri
gelenleri haftada bir toplanıyor, ortaklaşa kararlar alarak
uyguluyorlardı.
Bir süre sonra bazıları denizin karşı yakasını
merak ederek oraya geçmek istediklerinde, idareciler buna karşı
çıktılar. Karşı yakadaki eski akrabalarının onlara yaptıkları bir çoğu
tarafından hatırlanıyordu ancak gençler inatçılıkla ısrar ediyorlardı.
Bunun üzerine yöneticiler toplandı. Bir konsey oluşturdular ve karşı
yakaya giderek eski bağlarını yeniden canlandırmak istediler.
Yirmi
kişilik heyet El Morad bölgesine geldiklerinde karşılaştıkları köylüler
çığlıklar atarak kaçtı. Askerler ve savaşçılar geldi. İnsana benzeyen
bu yeşil derili, iri yarı ve güçlü yaratıklardan daha önce hiç
görmemişlerdi.
Konsey üyeleri biz dostuz yöneticilerinizle
görüşmeye geldik dediklerinde hepsi bu yaratıkların konuştuğuna hayret
ettiler ancak hemen üzerlerine çullanıp ellerinden ve ayaklarından
zincirlere vurdular.
Askerlerin başındaki Klan lideri, atının
üzerinde El Morad’ın surlarına geldiğinde, bu olayın haberi çoktan
duyulmuştu. Birçok insan ve konsül üyesi şehrin girişinde bekliyordu
bile. Önlerinden geçirilen prangalı Karuslulara iğrenerek ve tiksinerek
bakıyorlardı. İçlerinden bazıları kendi torunlarıydı ancak bunu bilenler
bile onlardan yüzünü çeviriyordu.
Kent meydanındaki büyük Logos
anıtı yakınında durduruldular. İtile, kakıla hepsi bir araya getirildi.
Kral
Paul bir takım konuşan yaratıkların esir alınıp kente getirildiğini
haber verdiklerinde, beyazlaşmış saçlarını taratmakla meşguldü. Hemen
adamları ile birlikte saraydan çıkarak anıtın yanına gitti. "Patos’un
yaratıkları artık konuşmayı mı öğrendi" diye konuştu.
Karus
heyetinin başkanı Gringod, kan revan içerisinde güçlükle doğrularak, "Ey
kral Paul. Ben senin hastalıklı diye kovduğun insanlardanım. Benim
çocukluğum burada geçti ancak sen ve bu kendini beğenmiş halkın bizi
dışladınız, bize eziyet ettiniz, bizi kovdunuz. Benim gibi hastalığa
uğrayanlar ölmedik. Çocuklarımız ve onların çocukları doğdu. Bunun artık
bir hastalık olmadığını gör. Bu bir lanet ve laneti getiren biz
değiliz. Barış ve huzur içerisinde çocuklarımızın buraya girip çıkmasına
izin vermenizi istemeye geldik" dedi.
Kendini beğenmiş bir konsül
lordu hemen söze girdi. "Siz mi bizimle aynı nesildensiniz. Siz sadece
pis, yeşil, ilkel yaratıktan başkası değilsiniz. Bir bize bak bir
kendinize."
Heyet başkanı yine konuşarak, "bugün burada benim
yerimde sende olabilirdin veya senin yanındaki lordlardan birisi de" ve
eli ile etrafını işaret ederek "buradakilerden birisi de. Biz de bir
zamanlar sizin durduğunuz yerdeydik. Bunu anlamıyor musunuz" dedi.
Kral
Paul konsüle dönerek "Ne yapmamı istiyorsunuz" diye sordu.
Kovalım,
öldürelim, parçalayıp kanallara atalım cevapları gelince şövalyelerine
işaret etti ve "bunları ****ürün yakaladığınız yerde öldürün,
cesetlerini de parçalara ayırıp nehire atın" emrini verdi.
Dragnon....
Yaşlı heyet üyesi, öldürülecekleri yere ****ürülürken yorgunluk ve
ızdıraptan bayıldığı için şövalyeler öldü sanarak düştüğü yerde "bunu
köpekler parçalasın biz şunları halledelim" diye gülüşerek
bırakmışlardı.
Güçlükle doğrularak bir ağaca yaslandı. Karanlık
yüzünden nerede olduğunu bilmiyordu. Biraz sola dönünce, dolunayın deniz
üzerinde meydana getirdiği yansımayı fark ederek o yöne
ilerledi."Karus'a kadar dayanmalıyım" diye düşünüyordu sadece.
Tuarekler
yaşlı Dragnon’un anlattıkları karşısında silahlanmış ve Roan Kamp ta
büyük gruplar halinde toplanmışlardı. En büyük klanın başkanı ve en
itibarlı savaşçı yenilmez Masthar yüksekçe bir kayanın üzerinde,
mızrağının ucunu sahilde demirlemiş heybetli Karus gemilerine doğru
yönelterek bağırdı.
“Kardeşlerim, bugün bizi dışlayan, eziyet eden,
öldüren ve sevgi ile uzattığımız eli kesip paramparça eden insanlara
bedel günü. Bir tekiniz bile geri kaçarsa onu kendi ellerimle
cezalandıracağım. Haydi”
Patos’un laneti o gün yerine geldi.
İnsanlık artık bir daha birleşemeyecek gibi ikiye bölündü.
Logos
mahzun gözlerini yarattıklarından kaçırarak gökyüzüne çevirdi.
El
Morad ve Karus’un sonsuza kadar sürecek savaşı başladı.